Hacı Bektaş merkezli Alevilik

Hacı Bektaş merkezli Alevilik

Alevîlik ya da son 50-60 yıllık süreçteki ismiyle Alevî-Bektaşî geleneği hem Türkiye hem de Rumeli'yi etkilemekte olan bir sosyokültürel yapıdır.

Makalenin başlığında bu yapılanmanın Hacı Bektaş merkezli olduğunu vurgulamanın zarureti onu Arap Alevîliği de denilen Nusayrîlikten ayrı değerlendirebilmektir. Türkiye'de bu bağlamda iki ayrı Alevîlik vardır; bizim uzmanlık alanımız olması sebebiyle burada Hacı Bektaş merkezli Alevîlik ele alınacaktır. Zaman zaman tarihi sürece göndermeler yapılacaksa da Cumhuriyet döneminde bir göç gerçekliği olarak ortaya çıkan Alevî- Bektaşî geleneği işlenen ana konu olacaktır. Bu makalenin iki ayağından birisini benzer inanışların tarihî süreçte yan yana olsa da birbirine karışmadan yaşayışları, diğerini göç ve Alevî-Bektaşî geleneğinin teşekkül edişi oluşturacaktır.

Konuyla ilgili tarihî süreçte karşımıza Kızılbaş Ocakları, Tahtacılar, Çepniler ve Bektaşîler birer inanç yapısı olarak çıkmaktadır. Tamamının da kökeni Türkistan'dan, bilhassa Horasan dolaylarından Anadolu'ya göç eden Türkmen guruplara uzanmaktadır. Bu işgalci Emevî komutanı İbn Kuteybe'nin miladi 8. Yüzyılın başlarında Türkistan'da yaşayan Türkleri kimliklerinden soyutlamak için Arap kitleleri onların mahallelerine yerleştirmesiyle başlamaktadır. Bu Arap nüfus içerisinde İmam Ali Rıza'nın taraftarları da bulunmaktadır. Emevî işgalciler bununla hem onlardan kurtulmak hem de Türkleri bu Arap nüfusla Araplaştırmayı planlamaktadırlar. Türklerin islam anlayışının -sünnilerde bile- Alevî karakterli olmasından, Kızılbaş ocaklarının doğuşuna kadar pek çok hadisenin kökeninde İmam Ali Rıza ve çevresi vardır. İbn Kuteybe'nin insanlık dışı muamelelerinden sonra bu munis, insaflı ve ahlaklı ehl-i beyt çevresi Türkler arasında İslam'ın kökleşmesine sebep olmuştur. Tarihi sürecin iyi anlaşılması için 8. Yüzyılın ilk yarısında İkinci Göktürk kağanlığının (681-744) Moğolistan bozkırlarında hüküm sürdüğünü bilmek gereklidir.

Türklerin Anadolu'ya yönelmelerinde devletin yayılma politikasının yanında Orta Asya bozkırlarından gelen büyük kitlenin sınırlar içinde herhangi bir olumsuzluğa neden olmadan yerleştirerek hem Bizans'a karşı güç kazanmak hem de göçebe olarak hayatlarını sürdüren soydaşlarına yurt temin etme düşüncesi ağır basmıştır. Yapılan akın ve göçler sonucu bir daha çıkmamak üzere Türklerin Anadolu'ya yerleşmeleri 1075 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulmasıyla siyasi anlamda da bir güç olduklarının göstergesi olmuştur. Anadolu Selçukluları güçlerine güç katan göçebe Türklerin Anadolu'ya gelişlerini büyük bir memnuniyetle karşılamış ve onları kontrollü bir şekilde boş arazilere yerleştirmiştir. Bu yerleşme sürecinde Orta Asya'dan Anadolu'ya kendileri ile birlikte yaşadıkları yerlerin örf ve adetlerini, dinî âdap ve erkânını getiren dervişler, kafilelerin reisleri olarak göçlerin sevk ve idaresinde aktif rol almışlar ve sürece katkı sağlamışlardır.

KIZILBAŞ OCAKLARI

Kızılbaş ocakları; Ağu İçen Ocağı, Baba Mansur Ocağı, Garip Musa Ocağı, Hıdır Abdal Ocağı, Koca Leşker Ocağı, Pir Sultan Ocağı gibi zümrelerin her biri bir Kızılbaş azizinin mezarını dergah ittihaz ederek oluşmuşlardır. Büyük kısmı orta ve doğu Anadolu'da bulunan bu ocakların bir kısmının Şah İsmail tarafından ocaklaştırıldığı, onlara seyyidlik unvanı verilip, taç, hırka ve seccade gönderilerek sisilelerinin onaylandığı iddia olunmaktadır. Her ne kadar bu ocakların tamamı Şah İsmail devrinden çok daha öncesinde varsalar da bunları organize bir savaşçı inanç gücü haline getiren unsurun Şah İsmail (1487-1524) olması pek muhtemeldir. Hatta Tebriz yöresine çok uzak olan Abdal Musa ocağı ki Antalya Elmalı'dadır, zaman zaman çıkardıkları isyanlarla ve "açılık kapılar şaha gidelim" sloganlarıyla İran Türk şahına savaşta yardım için gittikleri bilinmektedir. Safevî saltanatının bu ocaklarla ilk yakın ilişkisi Şeyh Cüneyd (v.1460) tarafından başlatılmıştır.

Daha ziyade şehirlerin dışındaki kırsal bölgelerde hayvancılıkla uğraşan ve yarı göçer halde yaşayan bu ocak ahalileri Osmanlı Devleti'yle pek de barışık bir hayat yaşamamışlardır. Tasavvufun ve tekke geleneğinin hâkim din anlayışı olduğu kuruluş yüzyıllarında dahî bu ocaklar devlete mesafelidir. Bu ayrı duruşta inançtan ziyade ekonomik sebepler ön plandadır; devlet vergi istemekte göçebe ve yarı yerleşik Kızılbaş halk buna yanaşmamaktadır. Bir şair "Şalvarı şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok biçende yok/ Yiyende ortak Osmanlı" kıtasıyla zihniyeti ortaya koymuştur. Anadolu Alevîliğinin büyük çoğunluğu bu ocakların bugüne gelen soylarıdır.

Bu ocaklardan bir kısmı da Zazadırlar, Ağuçan (Ağuiçen), Üryan Hıdır ve Şıh Delil Berhican gibi Kızılbaş ocakları Zazaca konuşurlar. Ağuiçen Ocağının bir kısmı Zazaca diğer bir kısmı Türkçe konuşmaktadır. Zaza kızılbaşlar konusunda üç farklı yaklaşım bulunmaktadır; ilki Zazaların bir Kürt kabilesi olduğu yolundadır ki Kırmanç adıyla onları Kürt kabul etmektedir. Buna Zazaların kendi içerisindeki araştırmacılar itiraz etmekte ve Zazaları müstakil bir eski Farsça konuşan topluluk saymaktadırlar. Üçüncü görüş ise Türkmenken Zazalaştıkları yönündedir. Bu görüş kısmen doğrudur; Zazalaşmış Türkmenler mevcutsa da Zazaların tamamı öyle değildir. Mesela Bektaşi babası Dursun Gümüşoğlu kendi yöreleri olan Erzincan dolaylarında bazı yerlerin Zazalaştığını belirtmektedir. Yazdığı bir antropolojik eserde Zaza kızılbaşlığının Türk kültüründen taşıdığı izler ortaya konulmaktadır. (Eskikonak / Anadolu'da Bir Köy, Ardıç Yayınları, İstanbul: 2004) Dursun Gümüşoğlu kendisi de Zazalaşmış bir Türkmendir, zaten sîmâsı tipik Oğuz-Türkmen izler taşımaktadır.

BABAÎLER VE BEKTAŞÎLERİN KÖKENİ

Babaî isyanı bir Türkmen ayaklanmasıdır ve isyanı Amasya dolaylarında Baba İlyas Horasanî (ö. 637/1240) yönetmiştir. Babaîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler varsa da -mesela Taşköprüzade- Claude Cahen bu fikre katılmamaktadır. Muhtemeldir ki, Baba İlyas, etrafında toplanan kitlenin büyük değer verdiği ve güvendiği bir şahsiyettir. Bu da Türk kültüründen gelen "kam" ve Ehl-i Beyt düşüncesi bağlantılı İmamet fikrinin birleşerek kendisine manevi bir değer atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. İşte Anadolu Selçuklular döneminde yaşanan bu olaylar; Türk toplumunun din anlayışının oluşmasında ve şekillenmesinde etkili olmuş ve günümüzde süren yaklaşım farklılıklarının temelini oluşturmuştur. Bu zümrelerin birçoğu -belki henüz tam teşekkül etmemiş- Kızılbaş Ocaklarına mensuptur. Olay, 1240 yılında II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında meydana gelmiştir. İsyanın sebebi devletin kötü yönetilmesinden dolayı meydana gelen iktisadi buhrandır. İlyas Horasani silsile olarak Vefaî geleneğine mensuptur. Onun tasavvuf görüşleri bir yandan vahdet-i vücuda diğer yandan İsmailî tesirlere ulaşmaktadır. İsmailî tesirler doğrudan iktibas halinde değildir, her dini sistemdeki birbirini etkileme biçimindedir. Dolayısıyla Kızılbaşlık kendi karakteri çerçevesinde oldukça özgündür.

İsyanın başlarında Kefersud'da Türkmenler ayaklandılar ardından Hısnımansûr, Gerger ve Kâhta zaptedilmiştir. Ancak Selçuklu ordusu kısa zamanda Amasya'yı ele geçirerek Baba İlyas'ı öldürmüştür. Öç almak isteyen Baba İshak Amasya'dan topladığı silahlı güçlerle Konya üzerine yürümüş, fakat yolda Kırşehir yakınındaki Malya ovasında Selçuklu ordusu tarafından mağlûp edilip öldürülmüştür. Türkmenler'in de büyük kısmı kılıçtan geçirilmiş; kalanlar esir edilmiş, hareketin öncü halifelerinden kurtulabilenler ise sağa sola kaçıp izlerini kaybettirmeyi başarmışlardır. Bu Türkmen kızılbaşlığının arka planında vahdet-i vücud, İmam Ali Rıza menşeli ehl-i beyt sevgisi ve sistemleşmemiş halk din anlayışı bulunmaktadır.

Yakın bir zamanda Horasan'dan yola çıkan Hacı Bektaş Velî, bu perişan olmuş Türkmen zümrelerinden bazılarını devlete isyan etmektense bir köşeye çekilip nefislerini ıslah etmeye ikna etmiş olacak ki Kırşehir dolaylarındaki yurtlukta kurulan tekkeyle Bektaşilik adıyla Anadolu ve Rumeli'deki en büyük tasavvufî hareket başlamıştır. Hacı Bektaş Veli, isyanda ölen kardeşi Menteşin yolunu tutmamış, onun yerine bir sosyokültürel hareket başlatmıştır.

Hacı Bektaş Velî'nin yaşadığı 13. Yüzyıl tasavvuf anlayışının zirve isimlerinin aynı coğrafyada faaliyet gösterdiği bir dönemdir. Yunus Emre, Mevlâna, İbn Arabi, Ahî Evran, Baba İlyas gibi tasavvufu sistemleştiricilerin tamamı aynı yüzyıl ve aynı ortamda toplanmış durumdadır. Andolu'da faaliyet gösteren İbn Arab ve Mevlâna da Türkçe yazmamalarına rağmen Türk tasavvufunu derinden etkilemişlerdir. Zemin sanki bir Türk din anlayışının oluşması için hazırlanmış durumdadır.

HACI BEKTAŞ VELÎ

Hünkâr Hacı Bektaş Velî Nişâbur'un Fuşencan köyünde doğmuştur. Asıl adı Mehemmed'dir, 13. yüzyılın başlarında doğduğu tahmin edilmektedir. Vefatı ise 1337-38 yılındadır, yaklaşık bir asırlık bir ömür sürdüğü düşünülmektedir. Velâyetnâme, Hacı Bektaş için şu şecereyi vermektedir: "Hâcı Bektaş, Seyyid Muhammed İbrâhimü's-Sânî, Mûsâyü's-Sânî, İbrâhim Mükerremü'l-Mücâb, Mûsâ-yı Kâzım, İmam Cafer-i Sâdık, İmam Muhammed Bâkır, İmam Zeyne'l-Âbidîn, İmam Hüseyin Velî, Emirü'l-Mü' minin Ali (s.61-110). Bu şecere tasavvuf çevrelerinde meşhur olmakla birlikte kesinliği şüphelidir.

Nişabur, Melametî tasavvuf anlayışının doğduğu yerdir, aynı zamanda Türkçe ve Farsça'nın konuşulduğu çok dilli bir bölgedir. Horasan erenleri tabiri de bu melmetî tasavvu anlayışını sürdüren mistiklerin genel unvanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hacı Bektaş'ın soyu, muhtemelen önemli Oğuz boylarından biri olan Çepniler'e bağlı Bektaşlu ya da Hünkârlu oymağından olup kendisi de bu oymağın reisidir. Kızılbaş Ocakları sisteminde de durum böyledir; bu boy-inanç bütünleşmesi içerisinde kendisinin hem oymağın reisi hem de mürşidi olması o günün şartlarında son derece tabiidir. Tarihte görülen doğal grupların hepsi böyledir. Aynı âile ya da aynı boy aynı dini grubun temsilcisidir ve liderleri hem reis hem de mürşiddir.

Hacı Bektaş Velî'nin Türkistan Piri Ahmed Yesevî'nin halifelerinden Lokman Perende'den ders alışı da onun Türk tasavvufunun içerisinde eğitildiğinin göstergesidir. Kanaatimiz Yesevî geleneğinin özgün biçimde bu Bektaşî ocağı kültür çerçevesinde yoğrulduğu istikamettedir. Hünkâr, Yesevî halifelerinden Kutbüddin Haydar'dan da tasavvufî neşve almıştır. Neşve, bâzı ilâhî hallerin insanda uyandırdığı mânevî zevke verilen addır. Yani Hacı Bektaş Velî iki kanattan da Yesevî geleneğinin temsilcisidir.

1220'li yıllarda Cebe ve Sübetay Noyan komutasındaki Moğol askerleri 12 Safer 618/7 Nisan 1221 tarihinde Nîşâbûr'a girmişler ve burayı ele geçirdikten sonra şehirdeki bütün binaları yıkmışlar ve şehri dümdüz tarla haline getirmişlerdir. Tarihi kayıtlarda köpeklerin bile öldürüldüğünden söz edilir. Hacı Bektaş Velî de, muhtemelen en geç 1221 yılının mart ayında, oymağıyla birlikte buradan ayrılarak Andolu'ya doğru yola çıkmıştır. Hacı Bektaş Velî Nîşâbûr'dan ayrıldıktan sonra Necef ve Kerbelâ'ya uğrayarak Hz. Ali'nin türbesinin yanında 40 günlük bir çileye soyunmuş, ardından Mekke ve Medine'ye geçerek kutsal mekanları ziyaret etmiş ve hacı olmuştur. Erbain de denilen bu 40 günlük riyazat geleneği diğer tasavvufi unsurlarda da vardır. Hünkârın bu gelişte tarihî İpek yolunu kullandığı görülmektedir.

Hacı Bektaş Velî geliş sürecinde Kayseri'deki Battal Mescidi'nde Evhadüddin Kirmânî (635/1238) ile görüşmüştür. Buradan hareketle, özellikle Kirmânî'nin 631/1234 tarihinde Anadolu'dan ayrıldığı da düşünüldüğünde bu olay, çok muhtemel olarak 1225 ile en geç 1234 tarihi arasında gerçekleşmiş olmalıdır. Bu tarihleme Hünkârın yola çıkışıyla Kırşehir'e (Suluca Karahöyük) vasıl oluşu arasında uzun bir zaman vetiresi olduğunu ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş Veli Anadolu'ya doğru yola çıktığında ilkin çölü geçtikten sonra Necef  ve Mekkeden sonra Medine-i Münevvere'ye gelir. Sonra da Halilü'r-Rahmân'a, Şam'a, Halep'e Kilis'e Antep'e Elbistan'da Ashabu'l-Kehf'e, Bozok tarafından Kayseri'ye, Ürgüp'e oradan da Üç Hisar ve Açık Saray üzerinden Suluca Karayük'e gelir. (s.165-170). Hacı Bektaş Veli, Suluca Karaöyük'e kadarki süreçte bulunduğu veya ziyaret ettiği yerlerde ibadetle meşgul olmuş, çeşitli kerametlerle halkı kendine muhip etmiştir. Eserde Anadolu'ya gelişini Kadıncık müjdelemiştir. Anadolu'daki ilk müritler de Kadıncık (Kutlu Melek) ile eşi İdris'tir.

SONUÇ

Bugün Alevî Bektaşî geleneği adıyla anılan bu büyük topluluk uzun yüzyıllar içerisinde sosyolojik olarak teşekkül etmiş bir yapıdır. Yukarıda teferruatlı olarak oluşumu verilmiş olan bu yapı Türkistan ve Anadolu coğrafyasına uygun ve inanç bakımından da tasavvuf dairesinde özgündür. Anadolu ve Rumeli Türk kültürünü asırlarca etkileyerek geleneği bugüne taşıyacak olan "yol" tamamen bu Türk coğrafyasında doğmuş ve gelişmiştir. Dayanak olarak, Türk boy sisteminin ehl-i beyt temelli bir İslamla mecz edilmesiyle doğmuştur. Bu arada elbette vahdet-i vücut anlayışı da bu yapının temel inancıdır.