Osmanlı vurgusu, çoğu kez istismarı, din istismarının, siyaseti-idareyi istismarın bir parçası olmuştur. Çünkü, öne sürülen Osmanlı yönetiminin temelinde dinin bulunduğu zannı ve hatta iddiası vardır. Çünkü Osmanlıda, o istenmeyen millî olan terkedilip, milletler üstü amaç güdülmüştür. Bu, bazılarının hep hasret duyduğu şeydir. Yine çünkü, beğenilen bu tarihi dönem, bir kişiye bağlılığa iyi bir örnek teşkil eder. Bunlara inananlara, yahut bunları istismar edenlere göre, Osmanlı ideal bir sistemdir. Bünyesinde birçok kavim-millet barındırmıştır.
Bağlar, yani korku ve menfaatler gevşeyince, Türk dışındaki o kavimlerin başımıza neler açtığını görsek bile, niyeti farklı olanlarca ısrar devam etmiştir. Avrupalı şer güçler Osmanlıyı yıkmasaydı, dinî-dünyevî erdemiyle (!) devam ederdi.
Bu sistem Allah’ın yeryüzünde gölgesinin (halifenin/sultanın) yönettiği bir sistem olarak adeta yarı kutsaldır. Onun içindir ki, son zamanlarda acze düşmüş, bazen ihaneti seçmiş padişahlar bile, Vahdettin ve onun yönetiminde yer alan Damat Ferit gibiler dahi, bu kutsallıktan dolayı savunulmaktadır. Kendi saltanatları ile Allah’ın saltanatını benzetme cüretini gösteren bu zatlar ve avaneleri, hiç ilgisi olmadığı halde halifelik denen bir makamı kutsallaştırmamışlar mıdır?
Osmanlıcılara göre şer güçler Osmanlıya gücünden ve üstün meziyetlerinden ötürü karşıydılar. Onun için yedi düvel onu yıkmaya uğraştı ve yıktı. Bugün aynı devletin benzeri ihya edilebilir. Yeni Osmanlıcılık, son elli yıl içinde bunun için üretildi.
Daha güncele gelirsek, sığınmacılara, göçmenlere, savaştan kaçıp vatanlarını terk ederek gelenlere, laf söylenmemelidir diye yaygara koparıyorlar. Bir çeşit bu istilacılar, nüfus sayesinde bizi milletten ümmete yükseltme vasıtasıdırlar. Ümmetin gerçekte ne olduğunu bilmeden.
Hemen ilk planda, cehaletten gelen veya bilinçli olarak görmezden gelinen bir-iki hususu belirtelim. Şer güçlerin karşı oldukları, Osmanlı değil, Türk’tü. Ne yazık ki biz kullanmasak da onlar Osmanlıya Türk diyorlardı ve hala öyle derler. Yönetici sınıflar olarak Osmanlı ne kadar Türktü, bu ayrı bir meseledir. Ama Avrupa, karşısındakinin, özellikle arkadaki sessiz gücün Türk olduğunu biliyor, ona göre davranıyordu. Çanakkale saldırısı Osmanlıya değil, doğruca Türkçe karşı yapılmıştı ve onu Anadoludan söküp atmak niyetindelerdi.
Rumelideki Türkler oldukça sökülüp atılmıştı, Anadoludakiler de atılmalıydı. Bunu esasen gizlemiş de değillerdi. Bizi kurtuluş savaşına götüren Anadolu işgali, Sevr anlaşması, işgale ve paylaşılmaya başlama neydi? Ortada Osmanlı mı kalmıştı? Avrupalıya sığınmaya çalışan bir gruptan ve gafillerden başka... Maksat hep Türk ve Türklüktü. Bugün yapılanlarda değişen bir şey olmamıştır. Milliyetçiliğe karşı çıkan etkili ve yetkililer Türkü ve onun milliyetçiliğini kastetmektedirler.
İkinci cehalet veya umursamazlık noktası, İmparatorluk adı verilen genişlemiş devletlere ait tarihi ve sosyolojik bilgi eksikliğidir. Bu çeşit devletlerin tamamı yıkılmıştır ve yıkılmaya mahkûmdurlar. Sebepler ve olup bitenler ayrı bir konudur ve zaten bilinen şeylerdir.
Gelelim istismara çalıştıkları bu Osmanlının kim ve neyin nesi olduğuna. Bunlar için atalarımız denir. Doğrudur, atalarımızdır. Hani halk tabiriyle yandan çarklı atalarımız. Binlerce yıllık tarihimizin 600 yıllık bir safhası, bir dönemi... Fakat daha önceki dönemlerin, Hunların, Göktürklerin, Uygurların v.d.lerinin atalarımız değil de sadece Osmanlıyı atalarımız kabul etmek isteyen bir hastalığa hak verecek miyiz? Ayrıca bu son dönem atalarımız dediklerine toz kundurmamak siyasi bir hurafedir. Baba kelimesiyle ifade edersek, belki meramımızı daha iyi anlatabiliriz. Babamızın, iyi huyları ve meziyetleri yanında kötü huyları da varsa, bir şey söylemeyecek miyiz? Babam, meselâ zâni, câni, katil, adaletsiz ise, babalığımdan çıkmaz ama, nasıl bir baba olmuş olur? Bunları bilmem ve söylemem gerekmez mi? Babalık istismarı da istismardır.
Bu babam, benden başka herkesin babası olma isteğine kapıldı, fakat gerçekte kimse onu baba olarak tanımadı. Ne Arap, ne Rum, ne Yunanlı, ne Avrupalı, ne Gürcü, ne de müslümanlaştırılan devşirme Avrupalı. Ailesine katmaya çalıştıkları, kucağına oturup onun sakalını yolmakla işe başladılar. Yapmacılıkla, menfaatle babaya itaat eder göründüler. Günü gelince, otorite zayıflayınca hepsi dağılıverdi. Dağılırken de yapacaklarını yaptılar. Bunda Osmanlının suçu neydi denecekse, kurduğu aile sistemindeydi deriz. Öz ve üvey evlat muamelesindeki adaletsizlikte deriz. Yaptığı birçok hatada deriz. Sonuçları haketmişti. Çünkü tabiatın suniliğe tahammülü yoktur. Toplum da tabiatın iradeli bir parçası olarak, onun da tabiatı budur.
Yaldızları söküp atarsak, Osmanlının aslı faslı özetle şunlardır:
1. Türklüğünü, yani kendi kimliğini reddeder hale gelmiştir. Reddetmekten öte, ona kaba, görgüsüz, cahil, hatta eşek Türk demiştir. Bu derece hakir görmüş, aşağılamıştır. Bunu yabancı kökenliler, devşirmeler mi yapmıştır? Evet ama sorumlu kim? Padişahlar ve diğer yetkililer, meselâ çoğunlukla Türk olan ulema ve medreseler buna ses çıkarmadıkları gibi, katılmışlardır.
2. Toplumda kültür ikiliği yaratılmıştır. Bu, okumuş-okumamış meselesinden ibaret değildir. Biribirini anlamaz hale gelen, farklı kültür kadroları, edebiyat ve dilleri, sanat ve zevkleri farklılaşmış, avam ve havas denilen ikilik tam olarak oluşmuştur.
3. Siyaset ve yönetim, zamanla tamamen kendisinden olmayanların eline geçmiştir. Bunlar yeri geldikçe, fırsat buldukça ihanet etmişler, intikam almışlardır. Güya müslümanlaşmışlardır.
4. İlâ-yı Kelimetullah gayreti, lafta kalmış, eğitim yoluyla ve İslamın kendine has tebliğ metoduyla olması gereken gayret, diğer gayretlerin yanında sönük kalmıştır. Meselâ, devşirme, cariye yapma, köle devşirme gayretleri daha ön plandadır. En az beşyüz yıl Avrupa topraklarında kalan Osmanlıdan, Anadoludan götürülenler ve onların ahfadı dışında, şu anda Doğu Avrupalı kaç Müslüman vardır, hesabediniz. Zorlamaktan, baskıdan, asimilasyondan bahsetmiyoruz. Bunlar zaten İslama aykırıdır. İlâ-yı Kelimetullah gayretinin, kendi metot ve programından bahsediyoruz. Üç milyara yaklaşan Hıristiyanlık, Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika ve Asya’ya baskıyla ve zor kullanarak mı yayılmıştır. Müslüman yöneticiler ve Müslüman ulema, daha mı acizdiler?.. Bir misal olmak üzere, Endonezyaya Müslümanlık nasıl ulaştı? Osmanlı yöneticinin gücü ve marifetiyle değil, birçok kavimden Müslüman tüccar yoluyla yayılmıştır. Onlar Müslüman olunca, Osmanlıyı bir merkez kabul ettikleri için, manevî itaatlerini esirgememişlerdir.
5. Osmanlıda kadın, yani toplumun yarısı, Kur’anın yapılan haksızlıkları dile getirdiği kadın, bir çeşit ev hapsi cezasına çarptırılmış, eve kapatılmış, İslamın hedefleri çiğnenmiştir. Osmanlıda artık elinde kılıç kadın-kız göremezsiniz. Son örneklerini kısmen Selçukluda verip tamamlamıştır. Tâ ki Kurtuluş Savaşımızdaki vuruşan Kara Fatmalara, Nene Hatunlara, kağnıda silah taşıyan kadınlarımıza kadar. Varlıkları-yoklukları görünmez olmuş Anadolu Köylerindeki kadınları hariç tutarsak, şehir ve kasabalar, özellikle payitaht İstanbul olarak Osmanlıda kadın, duvar ötesinde, evde, konakta, hapis hayatı yaşamıştır. Elde kılıç olma örneğimiz bir semboldür. Özgür iradenin, Hak ve vatan için mücadelenin sembolüdür. Bu konuda erkek ile alabildiğine farklı muamele görmesinin, pasif hale getirilmesinin, kılıç bir sembolüdür. Bunun İslamla ilgisiz olduğunun zannedilmesi ise, ayrı bir cahilliktir.
Hz. Peygamber zamanında, kadın hiç de zannedildiği gibi değildir. Uhut Savaşında, savaşın Müslümanlar için yenilgiye dönüştüğü sırada, Hz. Peygamberi son olarak koruyan, etten duvar ören, kılıç sallayan kişiler kimlerdi? Nesibetü’l-Maziniye adlı bir kadın, kocası ve iki oğlu. Oğlundan biri şehit oldu, onu vuranı Nesibe öldürdü. Kadın, yüzünde peçe, gözleri görmeye görmeye mi kılıç sallıyordu? İslamiyeti bilmemenin bu derecesine, cahillik de değil, ahmaklık denmez mi? Başka bir zamanda, zarar vermek üzere olan bir yahudiye odunla vurup öldüren kadın, Hz. Peygamberin halası Safiyye idi. Kâbede, Ebu Cehile tokat atan, orada şehit edilen kadın, Sümeyye idi. Kökeni Türk olan ve ilk şehitlerden olan bu kadının asıl adı Pamih, yani Pamuktur (Bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi). Daha sonra kocası Yâsir, oğlu Ammâr da şehit edilcektir. Savaşlarda yaralananları tedavi etmek üzere kurulan çadırlarda hizmet görenler, kadınlardı. Rubeyyi‘ binti Muavviz kimdi? Hz. Peygamberin görevlendirdiği, at üzerinde Peygamberin özel sancağını taşıyan, bir çeşit zabıtası... Hz. Peygamber, erkeklerin karyelerde (köylerde) göremediği işlerde, onu görevlendirmişti.
6. Devlet bölünmesin diye, gerçekte saltanat zarar görmesin diye, kendi çocuklarını katleden bir saray görüyoruz. İşlenmemiş bir suça, ceza nerede görülmüştür? Medenî ülkeleri geçin, ne Afrika yerlilerinde, ne ilkel (!) adını takmış olduğumuz Pigmelerde görülmemiştir. İleride taht kavgası olur, ülke bölünür kaygısıyla, varisin birden fazlasını ortadan kaldırmak. Bu yanlışlık o kadar korkunç değil. Daha korkuncu buna İslam dinini alet etmek. Fetva almak. İslamiyet ne yazık ki asırlarca ve şimdi, siyasetin, kötülüklerin meşrulaştırma aracı yapılmıştır. Bu “katli vaciptir”in yaldızlı bir bahanesi vardı: Devlet-i ebed müddet. Bir gecede 19 (Ondokuz) kardeşini öldürüp birini bırakan bir padişah düşününüz. Sonra ne oldu? Bu zalim usulü yine kendileri kaldırdı ve ikiyüz elli yıl daha yaşadı. Tabi buna yaşamak denirse. Sistemin çöküşü de taht kavgasından değil, başka sebeplerden oldu. İnsan zekâsının, aklının bulabileceği bu kadar tedbir ve tecrübe varken, olmalıyken, çareyi hemen kundaktaki bebeği öldürmekte bulan bir yönetim. Bunu yapanlar ve daha da ötesi buna dinî elbise giydirenler, Allaha nasıl hesap verecekter?
Osmanlı meselesinde biraz daha işin içine girelim. Yönetimin devşirmelere verilmesi, yabancılaşmanın ve ikileşmenin kaynağı oldu. Egemen kuvvet, zaten Anadolu’dan uzaklaşmıştı. Hanedan da yabancı kadınlarla evlene evlene yabancılaşma sürecine girmiştir. Sözünü ettiğimiz yabancılaşma K. Marx’ın üzerinde durduğu, kendi sınıfına karşı yabancılaşmak, sisteme karşı vaziyet alacak hale gelmek değil, egemen olan teşkilatın, kendi kültürüne yabancılaşmasıdır. Osmanlı önce kendi toplumunu ikiye böldü. Kendinden olmayana (!) Türkmen dedi ve onu aşağıladı, aşağılattı. Aşağılanan kesim, toprağa bağlı, vergi veren köylü konumunda kaldı. Hele bunların bir kısmı alevî diye ikinci kez itildi ve aşağılandı.
Oysa bunlar öz be öz Türktü, manevî alanları, sadece bir meşrep ve yorum farkından ibaretti. Bu yorumda da haklı taraflar çoktu. Daha doğrusu diğer tarafın yanlış ve haksızlıklarından fazla değildi. Yönetim devşirmelere verildiği için, bunların üzerine daha çok gidiliyordu. Bu durum toplumu iyice böldü ve Türk toplumu büyük zaafa uğradı. Hükümdar artık manevî nüfuz sahiplerinden ziyade devşirmelerin, yani Müslüman da olsalar kendini yabancı hissedenlerin ruh haline dayandı. Bunun içindir ki, Türk olan veya kendini Türk hisseden manevi nüfuz sahiplerinden yavaş yavaş kurtulma yoluna gidildi. Akşemseddin’in, Zeyrek’in, Molla Güranî’nin, Şeyh Vefa’nın, sessiz sadasız sürgüne gönderilmeleri, böyleydi. Bunlar küsmüşlerdi. Hepsi İstanbul dışında medfûndur.
Yalnız sivil yönetici değil, devletin resmî ve sürekli olan askeri sınıfı da devşirmeydi. Reayanın askerî sınıfa yükselmesi önlenmişti. Herşeye rağmen olacaksa, üç şarttan biri, Müslüman bir aileden doğmamış olmaktı. Yeniçerilerle ilgili problemler, bilindiği gibi üçyüz elli yıl sürmüştür. Çoçuk yaşta, ama çoğunun kendini, ailesini, kim olduğunu bilen birini, bile bile alıp, sadece müslümanlaştırmaya değil, bir çeşit zorla başkalaştırmaya çalışma, bugünkü modern psikoloji açısından incelenmeye değer. İslamın da arzuladığı metot bu değildir. Bilim bakımından da, yani sosyoloji ve kültür sosyolojisi açısından, sapmış bir temayüldür. O zaman siyaset bunları bilecek ve aldırış edecek durumda değildi ama, kendi çocuğunu öldürmeyi biliyordu. Bunu İslamla meşrulaştırma cüreti de göstermişti. İslam dünyasının büyük âlimi, sosyolojinin kurucusu İbn Haldun bunları yazmıştı. Ne yazık ki ancak şimdi okuyup anlayabiliyoruz. Asabiyet teorisi, yönetimlerin başarılı veya başarısızlıklarını içine alıyordu. Asabiyet kavim dayanışması, aynı kimliği paylaşanların dayanışması demektir. Toplumun devamı, bunu korumakla mümkündür. Kültürün bölünmemesi, ikiliğe düşülmemesi bununla sağlanır. Böylece kültür ve medeniyet halka dayanmış olur ve halk bunu desteklemiş olur. Asabiyet sayesinde aydın ve yönetici halktan kopmaz, kimlik bölünüp parçalanmaz. Halka mal olmamış bir kültür ve medeniyet, uzun süre devam edemez. Osmanlının başına gelenler bundan ötürüdür. İbn Haldun gibi, bugün de konunun uzmanlarının kanaatleri budur ve gerçek de böyle olmuştur. Osmanlı, yapılması gerekenin tersini yapmıştır.
Alt tabaka ile üsttekilerin bu derece birbirine yabancılaşmasının, kültür ve iktisadi bu kadar farklılaşmanın bir sonucu olacaktı ve olmuştur. Osmanlı deyişiyle reaya/tebaa ile üst sınıf arasında hem kültürel hem iktisadi uçurumlar oluşmuştu. İkili toplum modeli, diğer toplumlardakinden daha bariz, daha farklı, daha tipik ve daha zarar verici olmuştur. Kültür çok farklılaşmıştı. Sonra, önceleri ilim ve fikir merkezleri birden fazla olduğu halde, Osmanlıda payitaht, herşeyi kendinde toplamış, diğer merkezler gelişmemiş, adeta sönmüş ve unutulmuştur. Dediklerimizin misalî çoktur da, burada bir tanesi ile yetinelim. Türkçe, Osmanlı aydını için çirkin bir dildir. Türkçe söylemenin akıcılığı, çekiciliği yoktur, çirkinliği vardır. Osmanlı aydınının kanaati budur. Dünyada eşi olmayan bir üst tabaka oluşmuştu. Bunlara göre Türk, kaba ve bir türlü medenîleşmeyen insan niteliğinde idi. Köylü, belki köleleşmemişti ama, üst tabakadan ve özellikle devletten hep uzak tutulmuştur. Onlar için ne dikey, ne yatay hareketlilik vardır. Yani hep gerilerinde kalmışlar, yukarıya da yükselmemişlerdir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa gibi enderin enderi bir iki istisnanın da akibetleri malûmdur. Balkanlara, nüfus zorunluluğundan yerleştirilen Anadolulu insanlar da, yükselememişler, seçkin tabaka tarafından hep itilip kakılmışlardır.
Yeni ve tipik bir millet (!) meydana getirilmek istenmiştir: Osmanlılık. Osmanlıya göre yabancılar Osmanlılaşmış, ama Türkler Osmanlılaşmamışlardır. Yani bu yeni milletten olamamışlardır. Türk kalanlar Osmanlı değildi, Osmanlı olanlar da artık Türk değildi veya zaten Türk değildi. Osmanlılaşmak, Türkleşmek demek değil, tam aksine bir oluşumdur. Dillerine de Türkçe değil, Osmanlıca denildi.
Reayalık babadan oğula geçerdi. Kanunnamelere göre, “raiyyatin oğlu raiyyettir.” Türkten başka herkes imtiyazlı, yahut imtiyaza kapılar açık durumdaydı.
Kısacası Osmanlı, tarihin ve Türk tarihinin tipik bir ürünü olarak şöyleydi:
– Hanedan olgusu.
– Devşirme zihniyeti ve metodu.
– İki kültürlülük.
– Millî olana ve millî birliğe tepki ve yabancılaşma.
– Bunları güya İslami motiflerle birleştirme ve süsleme gayreti.[*]
Böyle bir sistemi ayakta tutabilecek hiçbir beşerî-sosyal güç olamazdı. Son zamanlarında Amerikalılar ülkemizin her tarafında açtıkları kolejlerin mukadder yıkılışı hızlandırdığını da unutmayalım.
Herşeye rağmen ve bereket ki milli duyguyu ve milli birlik bilincini yok edememişlerdi. Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmak mümkün olmazdı. Gerçi ve maalesef, zihniyetin kalıntıları, cumhuriyet döneminde görülmüş, fakat artık garnütür olarak kalmış ve aşılmıştır. İzlerini hortlatmak isteyenlere de fırsat verilmeyecektir. Bunların zararı hem Türk milletine, hem İslamiyete olmaktadır. Tıpkı Osmanlıda olduğu gibi.
Osmanlıyı savunacaksanız, bari bilerek savununuz. Savunulacak şeyler kalmışsa onları arayıp bularak savununuz. Cehaletin üstünü örtüp, bilerek savunmak, vicdan ve insaf meselesidir.
[*] Daha geniş bilgi almak isteyenler için, bkz. Ziya Gökalp’in kitap ve makaleleri; Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, İstanbul 2003; Yümni Sezen, Sosyolojiden İdeolojiye, Küresel ve Milli Arasında Türkiye, Geçmişten Gelenler Bl., s. 142-175, İstanbul 2012.