Gençlik ah gençlik
Gençlik konusunda zirvelerde esen rüzgâr konunun özüne inmese de beni mutlu etti. Neden mi? Çünkü ilk defa gençlik hatırlandı, gündeme geldi.
Gençlik 1980 darbesi ile ezildi ve silindi. Bu darbe tam bir gençlik katilidir. Ankara Mamak Askeri Cezaevinde hem solcu, hem de ülkücü gençler asker postallarıyla çiğnenmiştir. Diğerleri de farklı değildir.
Gençlerin evleri aranmış ve kitap adına ne varsa çuvallara doldurulup götürülmüş, yakılmıştır.
Sorgulanan her genç dünyaya geldiğine pişman edilmiştir. Ceryan vermek, husyelerine demir kilo bağlayarak işkence askısına asmak, kemiklerini kırmak, soymak, çırılçıplak haldeyken hortumla soğuk su sıkmak, yan odada yakını olan bir hanımı soyup, bağırtarak “Belirtilen ifadeyi imzalamazsan nişanlının, karının, kızının, vs. ırzına geçeceğiz” diye tehdit etmek...
Mahkeme salonuna gençler kelepçeli olarak getiriliyor ve kelepçeleri açılmıyordu. Tuvalet ihtiyacı olanlar, kelepçeli arkadaşları ile birlikte alaturka tuvalete gidiyordu.
Evet, daha ne çileler var. Diyelim ki bunlar bir darbe döneminin merhametsiz, zalim tatbikatı idi. Ya şimdi?
1980’den 2012’ye kadar 32 sene yapar. Türkiye’de durum nedir? Ne değişmiştir? 1980’den sonra yaşananlar sebebiyle aileler çocuklarına, “Aman! Sakın eve kitap getirme” demişlerdir. Bugün bu korku hâlâ devam etmektedir.
Ne yazık ki aradan geçen otuz iki yıla rağmen 12 Eylül darbesinin “Gençlik ezilmelidir” zihniyeti berdevamdır. Gençlik sudan sebeplerle tutuklanıyor. Demokrat ülkelerde çok tabii kabul edilen yumurta atmak gibi eylemler bizde ağır cezalık suç... Üstelik gençlerin eğitim hayatlarını öldüren tutukluluk süreleri. Hakim karşısına çıkmak için, sorgu ve savunma için beklenen aylar, yıllar.
Gençliğimizin bir başka, ümitsizliğe sevk eden çilesi; “işsizlik.” Diplomalı genç maalesef bu krizi bütün acısıyla yaşıyor. İyi eğitim görmüş, dil hatta diller bilen gençler iş bulamıyor. Buhrana giriyor.
Çare yatırım yapmaktır. İş imkânlarını artırmaktır. Bugün, al-sat ekonomisi anlayışıyla geldiğimiz nokta ortadadır.
Artan, ağırlaşan dış borçlar, 100 milyar doları aşan ticaret açığı, bir o kadar cari açık. Devamlı toprak satan bir devlet... Cumhuriyetin satılması mümkün bütün birikimleri satılmıştır. Netice? Bunca çile içinde ümit, iş güç veremediğimiz gençlerimiz buhrandadır.
Eğitim bizim insanımızı yetiştirmekten çok uzak. Eğitim felsefemiz yok. “Nasıl bir insan istiyoruz?” sorusunu soran yok. Cevabını düşünen yok. Okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen insanımız o kadar az ki... Düşünmenin sihirli gücü, değeri kelimelerdir. Ne acıdır ki kelimeleri her gün katledilen bir dille konuşmaya, eğitime çalışıyoruz. Bizim dil zevkimizle yoğrulmuş, bizim üslubumuz içinde erimiş kelimeleri yabancı diyerek onlarla tanıştığımız coğrafyalara gönderdik. Sonra dilimizi İngilizce, Almanca, Fransızca kelimelerin işgaline terk ettik. Teknolojik her buluş bir İngilizce kelimeyi dilimize taşıdı.
Fransa’da bu probleme karşı bir dil bürosu kurularak tedbir alındı. Her yeni cihaz, önce Fransızca bir isim konulup sonra piyasaya sürüldü. Böylelikle dildeki yozlaşma, kirlenme önlendi. Biz ne yaptık? Tam aksini...
Müstemleke valisi teslimiyetiyle İngilizce eğitim veren üniversiteler açtık. İlkokuldan üniversiteye yabancı dille yetişen gencin bu toprağa yabancılaşması tabii netice değil midir? Dilinden mahrum edilenlerin düşünme yeteneği perişan edildi. Sözümona parasız eğitim masalıyla, az maaşlı öğretmenlerin yetersizliğinin dershaneler yoluyla kapatılması yolu seçildi. Dershanelere ailelerin ödediği para dengeli bir vergi politikasıyla eğitime aktarılsaydı, devlet okullarının kalitesi fevkalâde yükselirdi.
Aileler bugün olduğu gibi yakacak yardımı, odacı maaşına iştirak, okul kurs parası gibi paralar ödemezdi.
Perişan edilmiş Türkçenin yanında çocuklarımıza tarih bilgisi ve buna dayalı tarih şuuru veriyor muyuz?
Dindar gençlik yetiştirmek. Peki hangi din anlayışına göre? Eşari itikat mı, Maturidi itikat mı vereceksiniz? Vahabilik ve Humeyni şiasının dalga dalga yükseldiği bu memlekette “Bizim ehl-i sünnet v’el cemaat” diyen itikadımızı “Türk’ün Müslümanlığı”nı, Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Şaban Veli, Hacı Bayram Veli zirve idrâklerinde ifadesini bulan Kur’an anlayışını yeniden nasıl anlayacak ve anlatacağız? İşte temel soru budur. Tasavvuf ahlakına hasret kitleler bu pınara kavuşunca gerçek Müslümanlık yaşanacaktır. Riyakâr dindarlık kara bir duman gibi dağılacak, her dem, her nefes, Rabbine hesap veren Müslüman kimliği ile “yeniden doğuş” dirilişimizi sağlayacaktır.
Yeniden Doğuş’un üç temel şartı vardır: “Doğru Dil, Doğru Tarih ve Doğru Din.” Bu temel eğitim stratejisinin üzerine uzmanlık kültürlerini, meslek eğitimlerini kurabilirsiniz. Adam gibi, Allah’tan gayrısına kul olmayan insan yetiştirirsiniz.
Evet bütün sorumlular tarih ve gençlik önünde namuslu bir muhasebe yapmaya mecburdur. Düşünme yeteneğini yok ettikleri, ideallerini aldıkları, ümitlerini çiğnedikleri gençliğin önünde ne zaman özür dileyecekler?