Geçti Bor'un pazarı...
Bir varmış, bir yokmuş...
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, diyarlardan "Bor" diye bir diyar varmış...
Halk ihtiyaçlarını gidersin diye Salı günleri büyüüüüük bir pazar kurulurmuş Bor denen bu diyarda.
"Ulupazar" da dedikleri asıl Pazar Salı'ymış amma, Pazartesi de, "Deripazarı" adıyla, kilometrelerce uzaktan gelen pazarcıların ilçeye gelip, hazırlıklarını yapabilmelerine ayrılırmış.
Yazdan kalma bir sonbahar günü; Pazartesi...
Kırk kilometre uzaktaki köyünden Bor pazarına gidecek pazarcı, satacağı mahsulünü de yüklediği eşeğine binmiş ve her zaman yaptığı gibi sabah erkenden yola koyulmuş. Vakit ikindiyi gösterdiğinde Bor bağları da belirmeye başlamış yolun iki yanında...
Yine her zaman yaptığı gibi, Pınarbaşı mevkiinde, o bağlardan Tütüncü Hasan'ınkine vardığında "mola" demiş pazarcı... Dinlensin diye eşeğin üzerinden aldığı yükü bir ağaç gölgesine bırakmış, kendisi de ona dayanmış. Alacaktı verecekti, oydu buydu derken deriiiiiiin bir uykuya dalmış;
25 saatlik!
Gözlerini açtığında ertesi günün ikindisi olmuş ama pazarcı vakit aynı vakit diye günün döndüğünü anlamamış; küçük bir şekerleme yaptığını sanmış... Gelin görün ki Bor yolunda bir tuhaflık varmış; gidecekleri yerde, dönüyormuş nedense(!) pazarcılar...
Bir, iki, üç...
Derken...
Dayanamamış içlerinden birine sormuş sonunda:
- Neden Ulupazarı yapmadan dönüyorsunuz?
El cevap:
- Geçti Bor'un pazarı sür eşeğini -bir sonraki gün pazarı olan- Niğde'ye...
İki gündür Alman Federal Meclisi'ni "esefle kınayan", "şiddetle kınayan", "sert tepki" gösteren kimle karşılaştıysam omuz silkerek ben de böyle dedim istisnasız hepsine;
- (Yine) haraç mezat satıldın işte; geçti Alman Meclisi'ni sür tepkini bir sonraki "üst düzey ilişki" partnerine...
Eşe dosta söylediğimle yetinecektim aslında. Artık bu köşenin klişesine dönen -ki biliyorsunuz klişelerden hiç haz etmem- medya yerden yere vurmalarına bağlamayacaktım bu sefer konuyu ama, dün sabah haberlerinde, bir gazetecinin, -dahası "ana akım"da medya yöneticisi de olan bir gazetecinin- "Türkiye'de kamuoyu oluşmadı, kimse bu tasarıdan haberdar olmadı, refleks gelişmedi vs... vs..." serzenişlerini dinleyince dayanamadım.
Herkesten önce senin görevin değil mi o kamuoyunu oluşturmak arkadaşım?
Dün de aynı dakikalarda aynı ekranda konuşuyordun, önceki gün de, ondan önceki gün de... Ve herkesten önce senin umurunda değildi ne olacağı Almanya'da!
Karar çıkmadan önce, aylar önce başlayacaktın konuşmaya... Aylar önce dürtecektin politikacıları... Aylar önce anlatacaktın topluma; "millet düşmanı" olacak sizin "Alamancı" torunlar diye...
Gözlerim yaşardı dünkü manşetlerini görünce... "Özür"cülerden, "Hepimiz Ermeniyiz" tayfası istihdamcılarına; yazılı medyanın çok büyük bölümü "Angry Birds'den hallice bir "öfke patlaması" içinde...
"Yazıklar olsun"lar, "Silah arkadaşımız sırtımızdan vurdu"lar, "Hitler'in torunları", "Dostkırım"lar, "Dummkoph"lar dokuz sütuna en iri puntolarla... Ve bu maskenin altında çevirin birkaç sayfa; Hocalı'ya "soykırım" diyemeyenler, Karabağ'daki fiili durumu "işgal" olarak nitelendiremeyenler, "Talat" alerjililer, Erivan muhipleri, Kaymakam Kemal Bey'i ve hatırasını yaşatmak isteyenleri "ırkçı" diye yaftalayan, boy boy hedef gösterenler -böyle nicesi- kalem oynatıyorlar!
Siyaset desen...
CHP Onur Öymen'i, Canan Arıtman'ı ve onlar gibi Türk'e soykırımcı yaftası asmaya çalışanlarla uluslararası mücadele kabiliyetine sahip bir avuç cevval milletvekilini "ulusalcı" yaftasıyla tasfiye etti...
MHP, bu sahada Türkiye'nin yüzakı olan bir değere, Yusuf Halaçoğlu Hoca'ya sahipken, onun birikimini en çok kullanması gereken zamanda "muhalif" yaftasıyla kürsülere yaklaştırmaz oldu...
AKP'yi demiyorum bile;
Sınırı da açalım, dostluk maçı da yapalım, Azerbaycan Türkleri'nin derilerini yüzen katillerin komutanı Sargisyan'la enseye şaplak poz da verelim, aman Azerbaycan Bayrağı görünmesin, özür de dileyelim, Van Akdamar'da tecavüz adasını ayine de açalımlardan sonra bakmayın "karşılık vereceğiz" vaatlerine; hiiiiç farklı bir yerde değiller aslında... Bizzat Başbakan, hem de o tecrübedeki bir siyasinin asla yapmayacağı bir acemilikle daha karar çıkmadan önce "karar ne olursa olsun ilişkilerimizi bozmayacağız" diye ilan etmedi mi?
Sen peşin peşin "yaptırım uygulamayacağını" beyan ettikten sonra elin Alman'ını sandalyeni tekmelemekten ne alıkoyacaktı ki?
***
Dışişleri'nin "siyaset planlama"dan sorumlu kişisini dinledim mesela; uzuuuuun uzun tarihi, siyasi, sosyolojik "durum tespitleri" yaptı. Olan olmuş; olduktan sonra ne olduğunu anlatıyor milyonlara!
Olmadan önce olacağı dizayn edebilmek değil mi "planlama"; "adını koymak"tan ibaretse dün Ercan Akyol'un çizdiği gibi elbet karaya oturur dış politika...
Velhasıl...
Geçti Bor'un pazarı...
Pazar geçtikten sonra da senin heybende ne olduğunun hiçbir anlamı olmuyor haliyle...