Fuzuli’nin Bağdad’ı benim İstanbul’umdur O’nun Türkmen olması benim Yörük olmamdır

Fuzuli’nin Bağdad’ı benim İstanbul’umdur O’nun Türkmen olması benim Yörük olmamdır

Kültür Üniversitesi’nin öğretim görevlisi, yazar ve bilim adamı Prof. Dr. İskender Pala, Yeniçağ’ın sorularını yanıtladı.

Röportaj: Mayis Alizade

Türk dilli edebiyatların zirvesindeki şair Muhammed Fuzuli’nin doğumunun 530. yılında klasik edebiyatın önemli bilicilerinden İstanbul’daki Kültür Üniversitesi’nin öğretim görevlisi, yazar ve bilim adamı Prof. Dr. İskender Pala, Yeniçağ’ın sorularını yanıtladı.

Yeniçağ: Sohbetimize geleneksel bir soruyla başlayalım, şiir sizin için nasıl bir fenomen?
Pala: Hayatım boyunca şiirin ameleleğini yapmışım ve bana göre hayatta var olduğum sürece şairleri kıskanacağım. Şiir yazmak özel maddeden yaratılmış insanların işi. Biz 13.yüzyılda yaşamış Yunus’un şiirlerini 21.yüzyılda aynı his ve sıcaklıkla okuyorsak ve öte yandan Goethe ve Schiller’e de aynı ölçüde sevgi sergiliyorsak bu insanların dünyaya verdikleri sevgi ve enerji de hiçbir vakit bitmeyecek demektir. İnsanlarn onların isimlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Ancak hayata gözlerini yumduktan sonra sadece 40-50 sene yaşayan şairler de vardır. İşte şairlerin değeri bu kriterle ortaya çıkıyor. Şair Allah’ın öteki kullarıyla kıyaslamada bir çok farklı meziyetler verdiği insandır. Ben Fuzuli’yi idrak ettikten sonra şiir yazmıyorum. Şeyh Galip, Nedim, Yunus her gece yıldız gibi parlarken benim bu ışığa ilave etmem için yeni bir ışığım yoktur. Zira onlar sözü benim anladığım manada tüketmişler. Onun için şiir yazmaktansa Fuzuli’yi daha derinden öğrenip şiir sevenlere izah etmeyi yeğliyorum.
Yeniçağ: Söylediklerinizden şiirin amelesi değil de filozofu olduğunuzu gördüm.
Pala: Estağfurullah. Sanatçı toplum için sıradan bir insan olmadığının farkına varmalı.Sanatçı kafasını dik tutabildiği sürece onun yeteneği sanata dönüşüyor. Klasik edebiyatta zirvelerin oluşması için yüzyıllar geçmiştir. 13.-15.yüzyıllardaki divan edebiyatı İran şiirinin etkisi altında şekillendi, 16.yüzyılda ise Baki geldi. O yüzyıllarda biz mimarlık alanında da çok iş yaptık. Ancak 16. yüzyılda mimarlığımızın Sinan zirvesi oluştu. Kalem sahibinin bencilliği toplum “proleterya” gibi bakmasından kaynaklanıyorsa o zaman komik bir durum ortaya çıkıyor. Gerçek sanatçı yarım Tanrı gibi bir varlıktır.
Yeniçağ:Tanrı’nın verdiği yeteneği kişisel çıkarlar için kullanmak günah mıdır? Bunu mu demek istiyorsunuz?
Pala: Klasik şairler eserleri için telif almazdı. 15.yüzyılda Şark coğrafyasında 20 Türk devleti olmuştur. Ancak o devletlerin ve onları yönetenlerin arasında Çağatay Hanı Hüseyin Baykara’nın ismi çok önemli. Baykara’nın veziri Alişir Nevai Türk dünyasının en büyük şairlerinden biridir. Padişahın bulunduğu ziyafette kendini serbestçe ifade eden her bir sanatçı gerçek sanatçıdır. O padişah da gerçek padişahtır. Fatih ve Kanuni de o padişahlardandır. Ben de Kanuni’nin sarayında yaşasaydım Baki olmak zor olmazdı. Neden? Çünkü Baki’nin 15. kuşak torunuyum. Gerçek sanat asla onu paraya dönüştürmek için ortaya çıkamaz, çıkmamalı. Zira şayet insanların eser yaratmak suretiyle para kazanma yetenekleri varsa onlar bu yeteneklerini farklı yerlerde de kullanarak para kazanabilirler. Orta çağlarda gerçek sanatçılar elit yönetim elitince himaye ediliyordu. Himayenin ana gayesi şu idi: Örneğin güzel bir yazı yazan hattatın elindeki hassaslığın kaybolmaması için pazardan aldığı şeyleri o elit tabakanın kendisi taşıtıyordu.
Yeniçağ: Yani sanatla uğraş ancak bizi övme…
Pala: Evet, sanatla uğraşması için. Maalesef sanat eseri yaratmak için şair, ressam, mimar maddi açıdan muhtaç duruma düşüyor. Eserini yarattığı sırada sanatçı onu paraya dönüştürmeyi düşünürse o zaman ortaya gerçek bir sanat eseri çıkmaz.
Yeniçağ: Yani, Tanrı’nın verdiği yeteneği kendi kişisel çıkarların için kullanmak günah mıdır? Bunu mu demek istiyorsunuz?
Pala: Sanatçıyı bunu yapmak zorunda bırakan bir idari yapı ve toplum vardır. Sanat toplum içindir diye sanatçı toplumun içine inemez. Kendi manevi değerlerini yükseltmek isteyen toplum sanatçının peşinden gitmeyi kendine görev ve borç bilmeli. Yani, şair hiçbir zaman okurun kendisini anlayıp-anlamaması gibi bir düşünceye kapılmamalı. Halkın düzeyinde bir yaratıcılık olamaz. Tersine, halkı sanatçının bulunduğu yere kadar yükseltecek eserlerin yaratılması gerekir. Okur benim yazdığım kitapları kendine yakın hisediyorsa demek ki, ben boş şeylerle uğraşmıyorum.

Yeniçağ: Bu düşüncelerinizi temel alarak Muhammed Fuzuli’ye bakarsak…
Pala: O, Şii muhitte yaşadı, Sünnilik üzerine kesin düşünceleri vardı. Onun tüm özellikleri bana o kadar zenginlik aşılıyor ki. Fuzuli’nin Bağdad’ı benim İstanbul’umdur. O’nun Türkmen olması benim Yörük olmamdır. Onun Azerbaycan Türkçesinde yazması benim Anadolu Türkçemdir. İşte bundan dolayı Shekespare Batı dünyası için nasıl bir çimentoysa Fuzuli de bizim ortak heyecanımız, ortak gözyaşımızdır.
Yeniçağ: Zaten kendisi de:
Füzuli, eyledi aheng-i-eyşhane-i Rum
Esir-i mihnet-i Bağdat gördüğün gönlüm
dememiş mi?
Pala: (Gözleri yaşarıyor) Fuzuli benim için Hazret-i Fuzulidir. Hoca Nasrettin, Mevlana, Yunus Emre bizi birbirimize bağlayan ender kişiliklerdir. Bir sanatçının zirve olup-olmadığını kendime sorduğum sorularla aydınlatmaya çalışıyorum. ABD yönetimi her ülkeye mektup gönderip New York’taki fuarda sergilemek üzere A 4 formatındaki kağıda yazılmış 2 şiir isterse ben Türkiye’den oraya kimin 2 şiirini gönderebilirim? Nazım Hikmet’i veya Necip Fazıl Kısakürek’i gönderir miyim? Bence, tüm şairleri eledikten sonra New York’a göndereceğim iki şiirin biri Yunus’un öbürü ise Fuzuli’nin olacak. Bir şairin ismi mavi gök kubbesinin altında ne kadar kalır acaba? Bence bundan sonraki dönemlerde de en çok okunacak şairler yine Yunus, yine Fuzuli olacaktır.