Füze kalkanına siyasi açıdan bakmak
Kasım ayında Lizbon’da yapılacak olan NATO Zirvesi’nde ABD’nin füze kalkanı projesinin görüşülmesi ve bir karara varılması bekleniyor. Haberlerde Türkiye’nin henüz tutumunu belirlemediği bildiriliyorsa da, gerekli mutabakatın sağlandığı, füze bataryalarının konuşlandırılacağı söyleniyor.
Meselenin askeri ve teknik yönünü bir kenara bırakalım. Böyle bir durumda, iç ve dış politikamız bundan nasıl etkilenecektir, onu düşünelim.
Önce bu bir siyasi tercihtir ve dış siyasetimizi önemli ölçüde yönlendirecek bir angajman demektir. Bu tespiti temel alarak soralım:
* Bu füze kalkanı kime karşı kullanılacaktır? Öncelikle İran için olduğu malumdur.
* İran nükleer silaha sahip olmaya çalışıyorsa, uzun menzilli füze denemeleri yapıyorsa, bu Türkiye için bir tehdit oluşturmuyor mu? Elbette oluşturuyor. Aleyhimize bir durumunun olduğu açıktır. Ama bu füze bataryaları kendimizin olsa, (Çin ve Güney Kore ile yapılan görüşmelerde bunun düşük maliyetle mümkün olabileceği görülmüştür) dengenin kurulmasıyla aleyhimize olan durumun izale edileceği açıktır.
* İster ABD’ye, ister NATO’ya ait olsun, ülkemizde böyle bir üssün kurulması, bizim için caydırıcı bir güvence olmaz mı? Hayır. Çünkü, geçmiş tecrübelerden biliyoruz ki, kağıt üzerine ne yazılırsa yazılsın, “tetik” ABD’nin elinde bulunacağından, füzeler ABD’nin ihtiyacına göre kullanılacaktır. Bunun en açık delili İncirlik Üssü konusunda görüyoruz. Kısacası, üs bizim topraklarımızda olacak, ama kullanımı ABD çıkarlarına göre ayarlanacaktır.
* Böyle bir durumda konuya İran açısından bakacak olursak; “Türkiye düşmanıma topraklarında üs veriyor, bana karşı düşmanımla işbirliği yapıyor. O halde Türkiye de düşmanımdır” şeklinde olacaktır.
* Bu üs İran’a karşı doğrudan kullanılabileceği gibi, İsrail İran savaşında da görev yapacaktır. Öyleyse Türkiye İsrail ile de işbirliği yapmış olacaktır.
* İran için Türkiye, öncelikle askeri açıdan, sonra da her açıdan İran’a hedefi olacak demektir.
* Böyle bir durum ise, Türkiye’nin bugüne kadar İran’a karşı yürüttüğü siyasetle çelişecektir. Hele bir de “Kraldan çok kralcı” siyasetimiz dikkate alınırsa, kamuoyuna izahı mümkün olmayan bir durumla çıkacak demektir.
* Sonunda efsaneleştirilen dış siyaset başarımız (!) ağır bir darbe yiyecektir. İlişkilerimizi ülkeler bazında tek tek ele alacak olursak, 8 yıl öncesine göre hangi ülke ile (Suriye hariç. O da 1998 Adana protokolü sayesinde olmuştur) daha iyi bir konumdayız, o da belli değil ya.
* ABD ülkemizde önemli bir üsse daha sahip olursa, iç siyasetimiz çok etkilenecektir. PKK’nın bölücü dayatmaları ve Barzani yönetiminin güvenliği ve dünya ile bütünleşmesi konusunda daha da baskı altına sokulacağız.
Esasen bütün bunları BOP çerçevesinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
ABD’ye “evet” denmesi halinde doğabilecek muhtemel sonuçlarını böyle özetleyebiliriz. Ya “hayır” denirse neler olabilir? Ona da bakalım:
* ABD’nin, özellikle 2003’de Müslüman Irak’ı işgal etmesi ve bu ülkenin mahvedilmesinde, Türkiye yönetiminden her türlü desteği görmesine rağmen, bazı istekleri olmadı diye öfke içindedir. Buna bir de “hayır” eklenince elinden gelen her kötülüğü yapmaya çalışacağını düşünmeliyiz.
Buna karşı Türkiye ne yapabilir? Eğer kararlı olabilirse, haklı da olduğu için, gelebilecek zararları asgariye indirebilir. Unutulmamalı ki, Orta Doğu’da ABD tam anlamıyla bir çıkmaza saplanmıştır. Bilhassa yakın bölgemizde, Türkiye’den başka dayanabileceği hiç bir ülke yoktur. O halde bizim ABD’ye ihtiyacımızdan çok, ABD bize muhtaçtır.
Ama ne yazık ki siyaset böyle yürümüyor. BOP haritasına bakıyoruz, Türkiye bölünecek ülkeler arasında. PKK bir yandan, AB öbür yandan, ABD de bunların üstünde, ülkemizi çökertecek her işin içindeler. Tabii bu zafiyet, yöneticilerimizin, Türkiye’yi “federatif bir yapıya dönüştürmek” sevdalarından kaynaklanıyor.
Bir üçüncü yol daha var. Eğer şartlar bu füze üssünün kurulmasını gerektiriyorsa yapılacak olan şudur. “Evet” demekle uğrayacağımız zararların telafisi için; ABD Türkiye’nin bölünmesi hesaplarını terk edeceğinin, Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığına son vereceğinin, Kerkük’e özerk bölge statüsü verileceğinin, Kıbrıs’ta Türkiye’yi destekleyeceğinin ve Ermeni tezlerine arka çıkmayacağının teminatını vermelidir.
ABD bunları yapmakla kendinden bir şey vermiyor. Alacağına karşı, tecavüzden vazgeçiyor.