Fabrika ayarları...

Fabrika ayarları...

Aklından zoru olmayan hiçbir fani, zor bir hayat seçmez kendine elbette. Kendini güvende hissedebileceği bir hayat tercih eder insanlar genellikle. Ve o güveni koruyabilmek için savunma mekanizmaları geliştirirler. Bunlardan biri de fabrika ayarlarıdır...

Bu ayar işi öyle kolay edinilemez ama. Kişinin yaşadığı çevresi, birikimi, hayata bakışı, sosyal konumu, donanımı, yetenekleri, karakteri gibi pek çok faktör etki eder buna. Ve bir kez inşa edildi mi her derde devadır... Artık devleti yönetmekten, trafiğe, muhtarlıkta aksayan bir işinizden, bakkal çırağının sosyal sorunlarına kadar her işe yarar. Sizi kafayı çalıştırmak, okumak, araştırmak, düşünmek zahmetinden kurtarır! Ancak kabak gibi orta yere serilmez. Çözmek gereken sorun yoksa, bir izahat vermek gerekmiyorsa, bir kenarda bekletilir. O bir İngiliz anahtarıdır! Gerektiğinde eline alır ve her şeyi kotarırsın. Ancak kişisel ve toplumsal hayatın tehdit altında olduğu durumlarda insan kendini gizlemekten, maskesini taşımaktan vazgeçerek onca yıl çaba harcayarak inşa ettiği fabrika ayarlarıyla çıkar ortaya.

Mesela memleket meselelerinin "modernist" asker sopasıyla çözüleceğini düşünür, ama bunu bu çağda dillendirmenin abes olacağını bildiği için maskelerin ardına gizlenir. Ve zamanı geldiğinde mutlaka işe yarayacağını düşündüğü bir argümanla çıkar ortaya. Mesela der ki: "Gördün mü o meydanlardaki insanları, bunlar bizim gibileri kıtır kıtır keser be! Bunlar kiiiim, demokrasi kim azizim... Gerici bunlar..."

Oysa kalabalığın içinde oranı çok az olan insanları tanımıyordur bile. Kılıklarına bakarak kararını vermiştir. Ama olsun fabrika ayarları, onların "gerici", kendisinin ise "modern" olduğunu söylüyor!

Ancak biz uyarımızı yapalım yine de... Güvenilir bir liman gibi görünse de görece dingin akıp giden bir hayatın içinde işe yarar fabrika ayarları. Dalgaların gücü arttığında, liman güvenli olma özelliğini kaybettiği gibi, orada bulunulması tehlikeli mekan haline bile gelebilir...

 

BEYEFENDİ

Sıradan insanlar

Kendini bildi bileli, sıradan insanı kendine yakın buldu Beyefendi. Ancak o toy zamanlarında haklarında yeteri kadar bilgi sahibi değildi elbette. Ama zamanla öğretti hayat. Sokaktaki adam olarak da tanımlanırlardı bu insanlar. Milyonlarcaydılar. Birbirlerine benzedikleri varsayılırdı. Bazılarına göre bu insanlar orta sınıftı ve toplumun omurgasını oluştururlardı. Çocuklarını askere gönderirler, vergi verirler, memleketi yönetecek kadroları seçerler. Olaylara hepsi aynı tavrı gösterecekmiş gibi görülürler. Para onlarda değildi. İçlerinden memleketin hafızasına kazınan çok az insan çıkmıştı. Ali, Ayşe, Mustafa, Mehmet, Zeliha değillerdi, milyonlar, orta sınıf, sokaktaki adamdı onlar. Demokrasinin de kitle tabanı...

Geçenlerde yolu Taksim taraflarına düştü Beyefendi'nin. Bir kafenin önündeki taburelere kendini attı ve bir çay söyledi. Çayını yudumlarken sokaktaki adamın yüzlerce üyesi gelip geçmeye başladı önünden Taksim cenahına doğru. Aralarında her kılıktan, hemen her yaştan insan vardı. Sakallısından, Amerikan tıraşı olanından, uzun saçlısına kadar... "Modern" giyimli hanımlardan, başörtülüsünün her çeşidine... Bayrağımızla ilerliyorlardı. Kimisinin başına bağlı bandanalar... Çocuklar da vardı aralarında. Ve bir şölen havasındaydılar.

Bir ara bir kadını tanır gibi oldu. Dikkatle baktı. Evet, tanıdıktı. "Gerçekten sıradan biri. Sokaktaki insan" dedi içinden. Mahalleden tanıdığı ve çocuklarının eli ekmek tutsun diye çırpınan ev kadını bir anne olarak bilirdi onu Beyefendi. Ancak o artık bir eylemciydi. Açık başına sardığı bezde çok sevdiği liderinin adı yazılıydı. Perçemleri alnına dökülüyordu ve bir sloganı haykırırken, çok kararlıydı. "Sokaktaki adam" diye söylendi, çayına uzanırken, "galiba yüz yıllar sonra kendi kaderini ele almaya karar verdi..."

 

İNSANLAR

Hayatın negatif hali

Yıllardır tanıdığım biri o ve hayata en olumsuz tarafından bakmayı sanki ilahi bir emir sayar. Bir şeyin olabilecek en olumsuz yanına göre yaşamaya çalışır. Ve beladan kaçar! Ama tuhaftır bunca negatif enerjiyi kendinde topladığı için olacak, nerede bir bela varsa gelip onu bulur. Geçenlerde yine bir dert sardı başına. Bir araya geldiğimizde, "Neden ben" dedi yüzünü buruşturarak. Bir süre baktım yüz hatlarına. Çok mutsuzdu. "Yahu" dedim, "belayı enerjinle çekip alıyor, üstüne öylesine çullanıyorsun ki, gidecek hali kalmıyor zavallının..." Bu deli de ne diyor gibilerinden baktı bana birkaç saniye...


FOTOHABER

Küçük hergeleyle birkaç gün önce tanıştırıldım. Patisini vermesini istedim, henüz tanışıklığımızın o ilk anlarında. Nazlanmadan verdi. Adı Odi ve 6 aylık. Birazcık daha büyüyecekmiş. Yani küçük bir köpüş. Ancak daha şimdiden altı üstü 5 gün misafir olarak kaldığı evi doldurmuş çoktan. Hane halkının kalbini fethetmiş bu yavru, doğallığı ve sevimliliğiyle. İnsanları bağlamış kendine. Geçen gün arkadaşım aradı. Sesi iyi değildi. Ne olduğunu sordum. Ağlamaklı bir ses tonuyla, "Odi'yi aldılar" dedi ve uzun süre sustu...

 

 

İŞTE O KADAR

Kırılacak 206 tane kemiğiniz varken, aptalın biri gelir kalbinizi kırar...

OKUYUNUZ

Sen benim bir parçamsın... Ben âşık oldum. Şüphe yok. Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de... Japonya'dan bir Yunan adasına uzanan, üç kişiyi birbirine kenetleyen büyüleyici bir aşkın hikâyesi. Usta Japon yazar Haruki Murakami'den düşlerinize sızacak bir roman...