Güney illerimizden birinde holdingin kültür merkezi açılışı yapılacaktır. Ve açılış için Devlet Tiyatrosu'nun süper prodüksiyonu Shakespeare'in "Kral Lear" oyunu getirilmiştir. Başta Cüneyt Gökçer olmak üzere o dönemin en ünlü tiyatrocuları oyunda yer almaktadır.
Oyun başlar ama akış biraz yavaştır... Holdingin basın ve halkla ilişkiler müdürlüğü postunda oturan eski ve namlı bir gazeteci, yanındaki haber amaçlı orada olan gazeteciye pişmanlığını sıkıntı içinde dile getirir:
"Ya, keşke bunun yerine Zeki-Metin'i getirseydik!"
O dönemlerde TRT'de ise "4. Murat" fırtınası esmektedir. Cihan Ünal'ın bu rolle yıldızı parlamış, "havası" tavan yapmıştır. Ünal, o dönemde aynı zamanda Devlet Tiyatroları'nın da en önemli oyuncularından biridir. "Kral Lear"da ise bir ordu komutanını canlandırmaktadır. Elinde kılıçla, büyük sükseyle Kraliyet askeri kılığında salona girer Cihan Ünal.
İşte tam da o anlarda bizim halkla ilişkiler müdürü bütün benliğiyle rahatlayarak derin bir soluk alır. Ve şöyle der:
"Yaşasın, bu oyunda 4. Murat da varmış!"
Arkasına yaslanır sonra müdür ve görev yaptığı ile ünlü birini getirmiş olmanın verdiği keyifle oyunu izlemeye başlar...
Özüyle sözüyle iyi bildiğim ve güvendiğim bir dostun anlatımıydı yukarıdaki satırlar.
Müdürün hallerine gülüp gülmediğini ise sormadım. Zira bunca yıldan sonra bile bu anıyı naklederken birkaç kez gülmeden edemedi de...
BEYEFENDİ
Boşuna etmişsin onca lafı usta!
Emeklerinin tümüyle, katıksız, acımasız, berbat bir şekilde boşa gitmesine tanıklık etmek insanın başına gelebilecek en talihsiz olaylardan biridir diye söylendi Beyefendi, evinin kapısından girerken...
Ve bir insan en yakınındakileri bile onca kanıt sunmasına rağmen ikna edemezse, uzaktakiler için elinden ne gelir ki diye devam etti.
Sonra musluğu açtı ve yüzüne çaldı soğuk suyu. Alnına masaj yaptı. Aynaya bakınca beğenmedi yüz hatlarındaki ölgün ifadeyi.
Hayır dedi sonra buzdolabındaki kayısıları çıkarırken, başkalarını ikna etmek daha kolay aslında. Zira içlerinde; hayatını duyguları, paranoyaları ve takıntılarının rehberliğinde yaşayanların yanında, olguları öne çıkaracakların da bulunması muhtemeldir. Yani oralarda birileri seni görmese de, sesini duymasa da anlayabilir...
Çıkıştı kendine sonra koltuğa bırakırken yorgun bedenini. Sevdiklerinin başı derde girmesin diye onca dil dök, bilgi paylaş. Sonra dediklerini umursamayan muhatabın başını derde soksun. Ve de kabahat yine sende olsun! Kes sesini ve geç efendi! Bırak, almak istemeyen almaz. Başını derde sokmaya ant içen de yapsın bunu...
Neden anlaşılmadığın yerde çırpınıp durursun usta! Neden lafına kıymet verilmediğini anlamak istemezsin hala? Onca bilgi birikimine, onca okumalarına rağmen, cahillerin ikna gücünün bazı insanlar üzerinde neden yeteneğine nal toplattığını düşün bakalım! Yoksa bir gün anlarlar diye mi umutlanmaktasın?
Birkaç soru daha sorar kendine ve sonra uzanıp koltuğa sımsıkı kapatır gözlerini Beyefendi. Üzgün, yenik, bezgin, umutsuz, hüzünlüdür, hayal kırıklığının esiri olmuştur.
Ve son bir cümlenin ardından kaçarcasına evden çıkıp atar kendini sahillere:
"Ne söylersen söyle, lafının ağırlığı karşındakinin anladığı kadardır..."
Artık şunu anla be...
İŞTE O KADAR
Sana inceden yanığım, ama acelesi yok...
Duvar edebiyatı
OKUYUNUZ
Ressam Ferdinand eşi Paula'yla ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre'ye sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yerken, her an o malum mektubun gelmesini bekler. İsviçre'de özgürdür, ama öye hissetmiyordur. Bir gün, ülkesinden gelen askerliğe çağrı tebligatı aldığında içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu kirli savaşta o da ölmeye "mecbur" mudur, yoksa kalıp "özgür" olmaya devam etmeli midir? "Mecburiyet", Stefan Zweig'ın kaleminden pasifizme dair yazılmış en güçlü metinlerden biri...