Ertuğrul Özkök'e sorular

Aslında söze, bir kamyoncu klasiği olan “Zoruna mı gitti?”yle başlayabilirdim... Sonra ülkenin bu denli ‘saygıdeğer’, bir o kadar da dokunulmaz gazetecisine böyle cevap verilmez diye düşündüm ve vazgeçtim!..
Ertuğrul Özkök, geçen Perşembe günü benimle ilgili yazdığı yazıyı resmen beleşe getirmiş!.. Söz konusu yazının beşte dördü, benim bir önceki yazımdan alınan iktibaslardan oluşuyor... Açıkçası, ismimi yazmamış olsaydı, kes-kopyala yöntemiyle peydahlanmış bu yazı ‘intihal’e bile girerdi!..
Yaz rehavetinden olsa gerek, yazıyı beleşe getirmiş olması elbette onunla patronları arasındaki bir mesele... Artık maaştan mı keserler, iznini mi iptal ederler, kınama cezası mı verirler, bu onları ilgilendirir...
Ertuğrul Özkök, “Türkiye’nin en güçlü medya çetesi” başlıklı o makalesinde, sözde bana cevap vermiş ve son derece sınırlı mizah kapasitesiyle de ‘kafa yapma’ya yeltenmiş...
Güya ben aralarında Ertuğrul Özkök’ün de bulunduğu bir grup gazetecinin çete kurduğunu, bu çetenin ‘bir numaradan aldığı emir’le kampanya başlattığını ve Öcalan’ın idamını önlediğini iddia etmişim... Özkök’ü okuyan da, benim adı geçen gazetecilerin Kurtlar Vadisi’ne taş çıkaracak cinsten gizemlerle dolu bir mağarada toplandıklarını yazdığımı zannedecek!..
Özkök, doğrularla yanlışları iç içe sokuştururken, ismini kendisinin uydurduğu ‘İSİK’ten, yani ‘İmralı sakinini ipten kurtarma operasyonu’ndan söz ediyor ve “altındaki ıslak imza benim” itirafında bulunuyor!. İnsan, Türkiye’nin ‘önemli’ bir yazarından çok daha ince zekâ ürünü espri beklerken, bu üçüncü sınıf soğuk lâkırdılar, maalesef ‘espriye teşebbüs’ sınırlarını bile zorlayamıyor...
Özkök, sadece ‘İSİK’i kendisinin uydurduğunu, diğer sözlerin bana ait olduğunu ifade ederken, oldukça özensiz biçimde yalan söylüyor... Halbuki yazımın bir tek yerinde bile ‘çete’ kelimesi geçmezken, kendisi tam yedi yerde ‘çete’yi sayıklıyor...
Bu direklerarası kumpanyacılarına ‘çete’ demediğim halde, Özkök ısrarla kendilerine ‘çete’unvanını lâyık görüyorsa, doğrusu benim yapabileceğim tek şey, saygı duymaktır!.. Ancak böylelikle şu ‘çete’ işini çözebiliriz... Ama Allah evlerden ırak etsin, daha patolojik bir durum var... Çünkü ‘çete’ halüsinasyonuna kapılan Ertuğrul Özkök, biraz daha ileri gidiyor ve kendisini o çetenin lideri yerine koyduğumu zannediyor!..
Doğrusu halk sağlığına önem çerçevesindeki tüm iyi niyetime rağmen, itiraf etmeliyim ki, bu konuda acizim... Bu ‘fasulyeden’ liderliğin kendi imalâtı olduğunu, kendisine ‘çete lideri’ gibi bir pâye vermediğimi alıştıra alıştıra nasıl anlatabilirim bilmiyorum... Dilerim modern tıbbın bu konuda önerebileceği bir yöntem vardır!.. Şayet modern tıp da yetersiz kalırsa, bitkilerle şifa arayan alternatif tıbba yönelebiliriz... O da kesmezse, geriye sadece nefesi kuvvetli bir hoca ihtimali kalıyor!.. Artık işin yoksa Of’tan, Çaykara’dan hoca ara!..

***

“Âkil gazeteciler ne yapmıştı?” başlıklı yazımda özetle, üç liderin o uğursuz toplantısından önce değişik eğilimlere mensup birçok gazetecinin adeta tek merkezden yürütülüyormuşçasına bir kampanya yürüttüklerini kendi sözleriyle belgelemiştim... Bunun da CHP’nin bugünlerde ortaya attığı ‘Âkil adamlar’ tezine destek kampanyasına benzediğini ve aynı şekilde altyapı oluşturulduğunu ifade etmiştim...
Belli ki, çok pis bir yerden nasıra basmışım ve Ertuğrul Özkök çok rahatsız olmuş... Ama o buna rağmen Perşembe günkü yazısında, Apo’nun ipten alınmasıyla ilgili payını adeta itiraf ederken, şu sözlerle savunma yapmaya çalışıyor: “(O gazeteciler) İyi ki bu yazıları yazmışlardır, iyi ki Türkiye bu hatayı işlememiştir!” Özkök’e göre o gazeteciler, “Apo asılırsa, ülke içinden çıkılmaz batağa sokulur” mesajı vermişlerdir!..
O gün de, yani 26 Kasım 1999’da da aynı ‘parlak ufuklar’ edebiyatıyla milleti tezgâha getirmeye çalışmışlardı... Apo’nun asılmamasının faydasını şöyle sıralamıyorlar mıydı: Ülkenin menfaati bunu gerektiriyor!.. Akan kan duracak!.. Barış ve huzur gelecek!.. Çocuklarımızın geleceği kurtulacak!.. Terör bitecek!.. Avrupa’ya ilişkiler mükemmelleşecek!.. Halk rahatlayacak, ölüm uzaklaşacak!..
Bu berbat tahmin sahiplerinden, daha doğrusu ‘yönlerdirme tacirleri’nden ‘özür’ yerine ‘pişkinlik’ çıkması benim açımdan hiç de sürpriz değil... ‘Her devrin haklıları’ bu sefer haksız çıkacak değildi ya!.. Trabzon tabiriyle, isterse her tarafları Yoroz’dan gözüksün, fark etmiyor...
İşi sulandırarak, bu vebalden ve ağır sorumluluktan kurtulacağını zanneden illüzyon ortaklarının sözcüsüne, kendi ifadesiyle ‘çete lideri’ Ertuğrul Özkök’e, üç yanlışının bir doğruyu değil, sadece bir doğrusunun on yanlışı götüreceği sorularımızı soralım o zaman:
İdam kararı infaz edilseydi, bugünkünden daha beter neler olabilirdi?
Karakol baskınlarında çatışmalar başka bir yerden yardım gelmeden on-onbir saat değil de, üç gün mü sürerdi? PKK’lılar doçkalarla değil, tanklarla mı geliyor olurlardı?
Devletin karayolunun yeniden ulaşıma açılması için, yol kesen PKK’lıların kimlik kontrolünü bitirmelerini iki saat değil de, günlerce mi beklemek gerekirdi?
Öğretmenler üçerli beşerli değil de, il milli eğitim müdürlüğü topyekûn mü kaçırılırdı?
Sahi daha ne olurdu? Apo posterleri, İstanbul’un göbeğinde ellerde değil de, mahya gibi Sultanahmet Camii’nin minareleri arasında mı sergilenirdi?
Yüksekova şehir merkezinde, sivilken arkadan vurulan uzman çavuşların cesetleri, yerde sahipsiz biçimde bir saat değil de, kokana kadar mı kalırdı?
Türk bayrakları, okul bahçelerinde değil de, törenler eşliğinde TBMM’de mi yakılırdı?
Meclis kürsüsünden “Hangi hayvan?” diye soru soranlar, ellerinde kementle mi geziyor olurlardı?
Bugüne kadar iki tugay sayısınca güvenlik görevlisi kaybettik... Aksi halde kolordu veya ordu mu kaybedecektik?
Şimdi biz milletçe bütün bu kârımızı, Apo’nun yaşıyor olmasına, dolayısıyla sizin gibi başarılı kampanya sahiplerine mi borçluyuz?

***

Ertuğrul Özkök gibiler ne yaparlarsa yapsınlar, hangi yöne dönerlerse dönsünler, her kıpırdayışlarında, arkalarındaki kendi gölgeleri, şu soluk gölgeleri hep enselerine yapışacak!.. Bundan kaçış yok... Zannediyorum, benimle ilgili makalesi, bu muhtemel gerçekle şimdiden yüz yüze gelmesine bir tepki...
Normalde bu tür polemiklere girmeyen, tartışmalardan uzak duran, televizyonlara bu yüzden pek çıkmayan amiral geminin mavi kanlısı, sıfır çeken projeksiyonu hakkında ‘sevilesi öngörü’dediğim için ayrıca şeddeli biçimde alınmış olabilir!.. Bunda alınacak gücenecek bir şey yok ve ben bu nitelemede ısrarlıyım... Böylesine isabet sağlamış bir öngörü sevilmez de ne yapılırdı?
Sevmeyip de taşa mı dönseydim?

Yazarın Diğer Yazıları