Erdoğan’ın iktidarını besleyen kaynaklar
Her türden sistem, mevcudu muhafaza için başı (iktidarı) güçlendirmeye, bünyeyi (üyeleri) ise zayıf tutmaya özel bir önem verir. Böylece zayıf kişilikler ayakta kalabilmek için, kendilerini daha çok başa (güç sahibine) bağlı olmak zorunda hissederler.
Güç sahipleri de hâkimiyetlerini sürdürebilmek için çok daha güçlü odaklara bağlı kalmak durumundadır. Toplumlar, daha çok da Doğu toplumları bu anlamda bir güçler hiyerarşisi biçiminde örgütlenmişlerdir.
Değerler ve gelenekler bağlamında Türk toplumunda gücün soyut hiyerarşik ve manevi bağlantılarından söz edilebilir. Türkiye, her şeyin ailede babadan, iş yerinde patrondan, inançta şeyhten, okulda öğretmenden, ekonomik hayatta ise devletten beklenmesi diye bir geleneğin olduğu ülkedir.
Bu durum bağımlı, edilgen ve emir almaya hazır insanlar çıkarmıştır. Süreç yüzyıllar süren hem maddi hem de manevi yönden kendine özgü bir nevi zihinsel gen, yaşam ve düşünce biçimleri üretmiştir.
Fromm, süreci otoriteye iltica ya da “özgürlükten kaçış” olarak nitelendirir: “Kişinin kendi bireysel özünün bağımsızlığından vazgeçmesi ve kendi özünü kendi dışındaki bir insanla ya da bir şeyle kaynaştırma eğilimi” içine girmesidir.
Yüzyıllar boyunca Türk İslam toplumunda devletin seküler; tarikat ve cemaatlerin ise manevi yönden tahakkümü bireyi otorite karşısında güçsüzleştirmiştir. “Dünya beylerinin yanında, hatta üstünde bir din ve mana aristokrasisini yoğurup şekillendiren” ruhbanlık kurumu yüzyıllar içerisinde başka isim ve kılıklar altında kul ile Allah arasına konulunca, kitleler üzerinde yeni bir iktidar merkezi vücut bulmuştur.
Ülgener, bu süreci şöyle açıklar: Alışılmış hanedan tertibi dışında, fakat manevi nüfuz ve sultası, hepsinin üstünde çoğunlukla tarikat ve toprak ağalığı karışımı bir tahakküm odağı teşekkül etmiştir.
Kendilerini tanımlarken bir zamanlar tabandan yetişme, fakat tabana basıp üste tırmandıkça dünya meşguliyeti ile uğraşmaktan nefislerini sıyırmayı bildiklerini söylerler. Öyle ki; Hakk yolunu basamak basamak sürdürüp Tanrı varlığında beka bulduktan sonra ise artık “eli Hakk’ın eli; kuvvet ve kudreti vücudu mutlak kudreti’... Öylesine hizmet; Hakk’a hizmet demek, anlamına gelir!
Bu durum pısırık, pasif, uyuşuk ve uysal bir tabiler kitlesini üretmiştir. Yaşama, algılama ve düşünme biçimi otoriteye kayıtsız, itirazsız bağlanış hatta ilticayı zorunlu kılmıştır.
Mevlana Cami Mefehat-el-Üns’de “Felah yoktur ol müride ki üstadın ve pirin züllünü çekmeye ve kendinden sille yemeye” demiştir. Maddi sultanların insanın fiziki yapısı üzerinde kurduğu tahakküm; manevi sultanların duygu, ruh ve iman üzerinde kurduğu egemenliğin yanında anlamsız denecek kadar etkisizdir. Onlar “Ehl-i cihandan hizmetkârlık ve riayeti edep talep eylemişlerdir.”
Bu tutumların amacı şeyhlere tam teslim olmak ve onların elinde bir cenaze gibi olmayı sağlamaktır. Böylece şeyhler de halis muhlis uşaklara kavuşmuş ve egolarını tatmin olmuş olur.
Onlardan bazıları insanları zühde ve dünya nimetlerinden uzak durmaya davet etmelerine karşın kendileri için pahalı elbiseler giymeyi, şatafata gark olmayı ve padişah yemekleriyle donatılmış sofralardan beslenmeyi bir hak olarak görmüşlerdir.
Mana sultanları olan şeyhler ile maddenin sultanları olarak nitelendirilecek devlet yöneticileri, geniş halk kitlelerinden yüzlerce yıldır hemen hemen aynı şeyi -kayıtsız şartsız maddi ya da ruhani otoriteye tabilik- talep etmişlerdir.
Ruhu ve fiziği birbirinden güçlü odaklar tarafından sarıp sarmalanan bireye düşen, “mutlak” gücünden ve imanından kuşku duyulmayan maddenin ve mananın sultanlarının otoritelerine iltica etmek olmuştur.
Günümüzde Erdoğan’a atfedilen sıfatlar dikkatlice irdelenirse, mana ve madde sultanlığının her ikisini birden elinde tutan bir otoriteye iltica geleneğinin bütün şiddetiyle devam ettiği görülür!