- Öncelikle 2018'de yaşadığımız dövizdeki dalgalanmaları neye bağlıyorsunuz?.
Prof. Dr. Mehmet Alagöz: Öncelikle son dönemde döviz kurlarındaki yükselişleri sadece siyasi olaylara bağlamak bence "devekuşu misali kafamızı kuma gömmek" ile eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Tabii ki ekonomi, geçmiş yıllarda olduğu gibi pek çok ekonomi dışı yani siyasi, askerî, kültürel, vb. unsurların etkisi altında kalmakta. Örneğin 1980, 1994, 2000 ve 2001 krizlerinde de bu spekülatif ataklara veya günümüzün fenomen adlandırması ile "dış güçlerin" saldırılarına maruz bırakılmıştı. Ancak son dönemdeki döviz hareketliliğinin bütün sorumluluğunun siyasi olarak "Rahip Brunson" veya ekonomik olarak "ABD'nin çelik ve alüminyum ambargosuna" indirgemek doğru olmayacaktır. Çünkü bu olaylar olmadan önce zaten döviz kurlarında yukarı doğru bir eğilim başlamıştı. Merkez Bankası'nın internet sayfasına bakın. 1 Ocak 2018 tarihinde 1 dolar 3.76 TL'ye eşitken, 1 Haziran 2018'de kur 4.60 TL'ye yükselmişti.. Yani bu olaylardan önce Ocak ayından Haziran başına kadar dolar yaklaşık %25 değer kazanmıştı. Daha açık ifade ile %25 fakirleştik. Şimdi geldiğimiz noktada rahip yok, ambargo yok ve dolar kuru 5.30 TL'dir ve Ocak ayından bu yana Türk Lirası dolar karşısında yaklaşık %40 değer kaybetmiştir.
Şimdi bunun sebebini doğru ortaya koymak gerekir. Neredeyse son 10-15 yıldır Türkiye'de tüketim çılgınlığını körükleyen bir ekonomik politika yürütülmektedir. "Alın verin, ekonomiye can verin" sloganıyla. Tabii ki tüketim yapmak, insanların ihtiyaçlarını karşılaması kötü bir şey değildir. Ancak tek sorun şudur? Tüketim için gerekli olan finansmanı nereden elde ediyorsunuz. Ekonomik büyüme kaynaklı reel gelir artışı ile yapıyorsanız, yaptığınız harcamalar bir taraftan ekonomik büyümenize katkı sağlarken diğer taraftan sizin reel gelirinizi tekrar artıracaktır dolayısıyla hiçbir sorun olmayacaktır. Ancak bu harcamaları sürekli olarak borçlanarak gerçekleştirmeye çalışıyorsanız sorun başlamaktadır. İşte Türkiye'de özellikle 2005 sonrası gerçekleşen budur. Bu durum ülke ekonomisini "borç-deflasyon" tuzağına sokmuştur. Bu süreç şöyle işler; bankacılık ve finans sektörleri dış borçlanma yaparak döviz girişi sağlamakta, siyasi otorite sektör üzerinden bunun kullanımı kolaylaştırmakta, böylece kamu ve özel kesim ihtiyaçları için gerekli olan finansmanı elde eder. Kredi kullanıcılarının rasyonel davranışları ekonomik büyümeyi artırır ve geri ödeme zamanı gelen borçlar ödenir. Eğer ekonomiye aktarılan krediler, rasyonel kullanılmazsa veya krediler doğru alanlara kullanım için yönlendirilmezse, ekonomik büyüme oranı borçlanma oranlarının çok altında kalır. Bu "borç-deflasyon" tuzağıdır. Reel gelir istediğiniz boyutta artmaz ve borç geri ödeme zamanlarında sorunlar yaşanır. Bu sorunların ekonomide belirgin hale gelmesi, uluslararası piyasalarda faizler yükselirken Türkiye'de faizlerin baskılanması, dış borç servis oranının sürdürülebilir olmaktan uzaklaşması, artan CDS prim riski yüzünden bankacılık sektörünün de borçlanma konusunda agresifliğinden vazgeçerek döviz varlıklarını artırma telaşı içerisine girmesi, döviz kurlarının yükselmesine yani eskiye oranla döviz bazında %40 fakirleşmemize neden olmuştur. Anlaşılacağı gibi, asıl sebep ülke ekonomik gelişimidir.
-Türkiye Ekonomisinin genel durumu nedir?.. Nerelerin yapılması veya yapılmaması lazım?..
Biraz önce de ifade ettiğim gibi Türkiye'nin mali yapısı özellikle 2013 sonrasında daha belirginleşmiş bir sorunlar yumağı halindedir. Mali yapıdaki borçlanmanın sürdürülebilirliğini ortadan kalkmıştır. Gerek dış borç servis oranı, gerekse toplam dış borcun ihracat gelirlerine oranı, hane halkı borcunun gelirine oranı sürdürülebilir olmaktan uzaklaşmıştır. Örneğin dış borç servis oranı sürdürülebilir oran olarak kabul edilen %40'ın çok üzerinde veya toplam dış borcun ihraç gelirlerine oranı %220'den düşük olması gerekirken çok yüksek olması, CDS prim riskinin %391'lerde olması, hane halkı borcunun gelire oranının %46'larda bulunması bunu desteklemektedir. Bu durum bir taraftan yeni borçlanma maliyeti artırmakta ve yeni borç bulmayı zorlaştırmakta diğer taraftan da ödeme zamanı gelmiş borçların ödenmesini veya ertelenmesini zora sokmaktadır. Bu durum hem kamu hem de özel sektör harcamalarının azalmasına neden olduğu için reel ekonomi de yavaşlamış ve ekonomi son dönemde durgunluğa girmiştir. Ayrıca protesto edilen senet meblağlarının her geçen yıl artması, enflasyon artarken işsizlik oranlarının da yükselmesi, piyasadaki güven endekslerinin sürekli olumsuz sinyaller vermesi, geçinme endeks değişiminin enflasyon oranının altında kalması ve belki en önemlisi üretilen malların satılamayıp stoklarda tutulması ekonomik sorunları biraz daha büyütmüştür. Bu sorunsal yapı içerisinde reel geliri azalan hane halkının takibe düşen borçları da artmıştır. Bunlara paralel olarak kamu bütçesinin sanal iyileştirme stratejilerine rağmen hâlâ açıkların olması ülkedeki ekonomik sorunları daha karmaşık hale getirmiştir. Pek çok kişi bütçe açığının GSYH'ya oranının geçmiş dönemlere göre çok daha iyi olduğunu söylemleştirse de, gözden kaçırılan şey şudur: Siyasi iktidar özellikle 2005 yılından bu yana kamu yatırım harcamalarını özel sektöre belirli döviz garantili imtiyazlar ile yaptırmakta ve böylece kamu bütçesi gider kaleminde gösterilmesinden uzak tutulduğunu bilmemektedir. Bu durum kamu bütçe açığının sürdürülebilir bir oranda kalmasına en azından rakamsal anlamda yardımcı olmaktadır. Son olarak Türkiye ekonomisi dış denge yapısına baktığımızda kriz dönemleri dışında sürdürülebilir olmaktan uzak sonuçlar vermiştir. Kriz dönemleri dışında verdiği muazzam cari açıklar ülkenin bir taraftan endüstriyel anlamda bağımlılığını artırmış diğer taraftan da yeni dış borçlanmalar oluşturarak ülkenin finansal anlamda da bağımlılığını kuvvetlendirmiştir. Ben bu tür ekonomik sorunlar ile uğraşan ekonomileri "çoklu ekonomik yetmezlik sendromu"na yakalanmış diye nitelendiriyorum. Sorunlar öyle karmaşık, çoklu seçenekli ve katı hale gelmiştir ki, ekonomi çözümsüzlük içerisindedir. Dolayısıyla bu çözümsüzlük, tekrar aynı ekonomi politik davranışların sergilenmesine neden olur. Çünkü diğer sorun veya sorunlara zamanında müdahale edilmediğinden çözüme yönelik politikaların siyasi ve ekonomik sonuçlarının daha ağır olma ihtimali görülmüştür. Çoklu ekonomik yetmezlik sendromunda olan ekonomiler, yerli katma değer yaratan üretim anlayışı yerine tüketim ekonomisi ve bunun finansmanının sağlanması üzerine stratejiler üretir.
Özetlersek, Türkiye ekonomisini 2005 yılından bu yana ayakta tutan iki önemli unsur bulunduğu söylenebilir. Birincisi inşaat ekonomisi, ikincisi ise tüketim çılgınlığıdır. Bunların ortak özelliği, krediler ile varlıklarını sağlamaları. Yani ekonomideki oyuncular kredi çekebildikleri, borçlanabildikleri sürece güzel gözüken bu paradoksal yapı devam edecektir. Paradoks diyorum çünkü faiz oranları yükseldiğinde rasyonel ekonomik oyuncular kredilerden uzak dururken Türkiye'de durum biraz farklılaşmakta. Paradoks diyorum çünkü senin olmayan ve hatta ödeyemeyeceğini bildiğin bir parayı alıp, harcıyorsun. Paradoks diyorum çünkü bir taraftan takibe düşen kredi miktarları da hızla yükselmesine rağmen bankalar kredi vermeye devam etmekte diğer taraftan faizler yükselirken kredi kullanımı da yeteri kadar azalmamaktadır.
Aslında ekonomiyi anlatmanın yolu basit bir sorunun cevabında yatmaktadır. İhtiyaç ve tüketici kredilerini veya kredi kartı kullanımını engelleseniz, insanlar yaşamlarını devam ettirebilirler mi?. Türkiye'de nüfusun büyük bir bölümü için cevap HAYIR dır. Çünkü ekonomik oyuncular hayatlarını borçlanma ile devam ettirmektedir. Örneğin başka bir soru; son 15 yılda kaç defa mali af çıktı, kaç defa yapılandırma uygulandı? Bunlar önemli. Sayıları arttıkça ekonominin yolunda gitmediğinin göstergesidir bunlar.
Yapılmaması gereken şey, inşaat ekonomisi ve tüketim çılgınlığı ile ekonomiyi devam ettirmek.
Yapılması gereken şey ise, tarım ve sanayide yerlileşmek veya millîleşmek. Yerli katma değeri artıracak alanlarda yatırım teşvikleri uygulamaktır. Tarım sektöründe ekilebilir tarım arazilerin işlenmesini, bitkisel ve hayvansal üretimin teşvik edilmesidir. Ayrıca yerli katma değer oluşturmaktan uzaklaşan sanayi üretiminin önüne geçmek. Bugün dünyanın gelişmiş ülkeleri ne pahasına olursa olsun yerli sektörlerini korumakta iken bizim bu anlayıştan uzaklaşmamız manidar gelmekte bana.
---2019 yılı bütçesi Meclis'ten geçti. Bu bağlamda Türkiye ekonomisini 2019 yılında neler bekliyor?.
Evet. 2019 bütçesi Meclis'ten geçti. Ancak 2019 yılı beklentilerine cevap verip vermediği tartışılmakta. Ekonomik sıkıntıların artık iyice hissedildiği bir dönemden geçiyoruz. Bütçenin bu esaslara uygun şekillendirilmesi gerekmekteydi. Genel itibariyle bütçenin yatırımlar kısmında bir tasarruf gözükürken, bazı kısımlarında tasarruf tedbirleri görünmüyor. Seçimlerden dolayı bunun sağlanamadığını düşünüyorum.
Öncelikle 2019 yılı çok zorlu geçecek gibi görünüyor. 2019 yılında bakılması gereken pek çok gösterge bulunmakta ancak ben borç geri ödemelerine ve yerli üretimi artırmaya yönelik söylemlerden ziyade uygulama gerçekleşmelerini izlemek gerektiğini düşünüyorum. Bunlar için doğru önlemler alınırsa varolan ekonomik sıkıntı en az etkiyle atlatılabilir.
2019 yılında Ocak-Aralık döneminde 173 milyar dolarlık dış borç servis ödemesi bulunmaktadır. Bu rakam neredeyse bir yıl boyunca elde etmeyi umut ettiğimiz toplam ihraç gelirlerimizden bile fazladır. Bu dış borca 2019 yılındaki tahmini cari açığı ve kamu özel iş birliği yatırımlarına ödeyeceğimiz tahmini döviz borçlarını ilave ettiğimizde çok çok zor bir yıl olacak gibi. Ayrıca uluslararası finansal piyasalardaki sıkışıklıklarda borç sorunumuzu biraz daha büyütecek gibi görünüyor. Bundan dolayı ya kur yükselişleri ya da faiz yükselişleri 2019'da devam edecek. Borçlanmanın diğer ayağında hane halkı borçları bulunmaktadır. Son beş yıldır hane halkının takibe düşmüş tüketici kredileri %120, takipteki ihtiyaç kredileri %400, takipteki taksitli ticari krediler oranı ise %500 oranında artmış. 2019 yılında bu oranların yükselme eğilimleri devam edecek. Takibe düşmüş konut kredi oranları da son beş yılda %40'a yakın artmış durumda. Bunun temel nedeni varolan ekonomik sorunlara ilaveten subprime olarak adlandırılan borç geri ödeme gücü düşük ve dolayısıyla kredi riski yüksek kişilere açılan kredilerdir. Şimdi bunlar ödeme sorunu yaşıyor. Bu ödeme sorunu 2019 yılında katlanarak devam edecek çünkü açıklanan tahmini büyüme oranlarının düşük olması ve reel gelirin artmayacak olmasıdır. Finansal piyasadaki sıkışıklıkları aşmak için, uygulamaya konulan varlığa dayalı menkul kıymet ve dövize dayalı menkul kıymet ihraçları, 2019 yılı için bir çözüm olacak mı göreceğiz. Ancak şu ana kadar ki sonuçlara baktığımızda dövize dayalı menkul kıymet ihracı piyasada kabul görmedi buna karşılık VDMK ihracı ise ilk ihale sürecinde piyasa beklenen olumlu talebi aldı. Tabii bunda verilen garantilerin de bunda payı bulunmakta. Ancak şu asla unutulmamalıdır; 2000'li yıllardan sonra ülkelerde çıkan krizlerde hep baş aktör, türev piyasalarıdır. Örneğin 2008 küresel krizi, bu türev piyasalarının yani VDMK ihraçlarının ortaya çıkardığı bir durumdu. Bu krizler asimetrik bilgiden kaynaklanan "ters seçim" ve "ahlaki tehlike" içerir.
İkinci hassas nokta, yerli katma değerli üretim anlayışı. Türkiye ekonomisi çok uzun süredir bu anlayıştan uzaklaştı. Çünkü yabancı mallar hem ucuz ve kaliteli geliyor hem de üretmektense bunların birleştirilip montaj sanayi dediğimiz şekilde satmak veya ticaretini yapmak daha kolay. Bundan dolayı eskiye nazaran bırakın sanayi mallarını, tarımsal malları dahi ithal eder duruma geldik. Aslında olması gereken ekonomiler büyürken ihtiyaçlarını daha fazla ülke içi yerli kaynaklardan sağlamaları. Bugün gelişmiş ülkeler bile sadece sanayi sektöründe değil aynı zamanda tarım sektöründe bile üretim düşüklüğüne, katma değer düşüklüğüne asla izin vermiyorlar. Hemen müdahale edip kontrol altına alıyorlar. Türkiye'de sanayi sektöründeki yerli katma değer artışı belki finansman, teknolojik, kalifiye eleman veya bilgi, vb. nedenlerle hemen toparlamamız mümkün olmayabilir, zaman gerekebilir istediğiniz sonuçları almak için. Buna zamanımız var ama artık kaybedilecek zaman yok bence. Ancak tarım sektöründe ise, zaman avantajımız var, elverişli toprak avantajımız var, teknolojimiz var, kalifiye elemanımız var, bilgimiz var. Hani derler ya "ne duruyorsun helva yapsana". Tarım sektöründeki endüstriyel üretimi artıralım. Hayvansal üretimi artıralım. Son dönemde ekilen tarım arazileri rakamlarındaki azalmaları ortadan kaldıracak politikaları uygulayalım.
2019 yılı zorlu olacak bu yüzden. Eski alışkanlıklardan kurtulamazsak, ekonomiyi ayakta tutan yegane unsurun inşaat ekonomisi olduğuna takılır kalırsak, ekonomiye üretilen katma değerden daha fazla parayı vermeye devam edersek, 2019 yılı çok zor olacak. Makro ekonomik göstergelerimiz daha da olumsuz bir şekilde kendini gösterecektir. Bu yüzden ekonomiye yeniden bir düzenin verilmesi gerekmektedir.
Son söz olarak, Türkiye ekonomisinde onuncu kalkınma planında yer alan, sermaye birikimi süreci hızlanmış, tasarruflarını ve üretken yatırımlarını artırmış ve ithalat bağımlılığı azalmış bir ekonomik yapının tesis edilmesi gerekir.
-Son olarak vatandaşlarımıza ve iş dünyasına bir mesajınız var mı?
Vatandaşlarımıza; reel gelirinizle karşılayabileceğiniz kadar tüketin ve borçlanmadan uzak durun. İş dünyasına ise; dış pazarlara yönelmelerini ve dış pazarlarda firmalarımızın birbirleri ile değil, birlikte rekabet anlayışını tavsiye edebilirim.
Ayrıca 2019 ve sonrası, tüm Türk Dünyasına ve İslam alemine huzur, sağlık ve mutluluklar getirsin inşallah.