Egemenlik kayıtsız şartsız ABD mi?

Bugünkü yazımda, Turgut Özal ile aramızda geçen bir sohbeti aktarmak istiyorum. Olay, senede birkaç kez tekrarlanan Özal’ın Houston sağlık ziyaretlerinde gerçekleşmişti. Özal, gece sıkıldığı zaman aşağı otelin lobisinde bekleyen biz gazetecilere haber salar ve çağırır, bizimle uykusu gelene kadar sohbet ederdi.
Gene böyle bir gece bizleri kaldığı otelin geniş dairesine çağırdı. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkıntıların yanı sıra askeri harcamalar ve çevredeki tehlike üzerinde konuşuyorduk. Özal’ın Amerikancılığını bildiğim için çenem durmadı, muzurluk olsun diye kendisine “Neden Amerika’nın 51’inci eyaleti olmuyoruz” diye sordum. Özal şaşırdı, ama geriden ne gelecek diye susturmadı temkinle beklemeye başladı.
Ben; “Efendim o zaman paramız Amerikan doları olur ve döviz ayarlaması sıkıntısı çekmeyiz, sınırlarımızı da Amerikan ordusu korur, askeri harcamalardan kurtulur kimse bize saldırmaya cesaret edemezdi” diye anlatırken Özal sessizce ve beni dinlemeye, bu son cümleme kadar devam etti. Devamla, “o zaman siz de yeni eyaletin valisi olurdunuz” deyince, o ana kadar sessiz kalan Özal, herhalde kendisine eyalet valiliğini yakıştıramadı ve patladı, “Olur mu yahu...” Ben o an herhalde “siz de ABD Başkanı olurdunuz dememi bekliyor” diye aklımdan geçirdim.
Sakın bu anlattıklarımı bu adam da Amerikan mandası taraftarı mı oldu diye değerlendirmeyin, yalnızca Türkiye’de dışarıdan işbaşına getirilen siyasi liderlerin nasıl tehlikeli ortamlar yarattığını göstermek istedim. İşte bu gerçeği Türkiye bir kez daha ABD’nin işbaşına getirdiği adamların peşine takılarak ödedi. Başbakanın bir dış politika danışmanı, Amerikan büyükelçisinden izin alıp Irak’a giderken öteki dış politika danışmanı, Princeton’da Amerikan düşmanlığının azalmasından sevinç duyabiliyor.
Gelelim son yaşanan üzücü ve hayret veren olaylara. Ankara’da ne anlatıldı, hükümet ve komutanlar ne açıklama yaptı, ne mazeret ileri sürdü bilemem, ama buradaki hava ve söylentiler, askerin çekilme talimatının Ankara’dan değil Washington’dan verildiği yolunda. Ve hatta talimatın da bizzat birilerinin el öpmek için sık sık gittiği Beyaz Saray’dan gayet sert bir şekilde verildiği de kaydediliyor. Doğal değil mi? El yardımı ile iş yapanlar elin emriyle de oturmak zorunda kalırlar.
Bu operasyonun zamanlaması ve şekli konusunda kaygı duyduğumu “Operasyon ama kime” adlı geçen haftaki yazımda dikkat çekmeye çalışmış, verdiğimiz şehitlerin hesabının kim ya da kimler tarafından verileceğini sorgulamıştım. Bana göre operasyonun, mevsimi, iklim ve hava koşulları ile zamanlaması yanlıştı. ABD’nin Kuzey Irak’taki Kürtleri terk ettiği yolunda bizim “lay lay lom basın” tarafından yapılan değerlendirmelerin de yanlış olduğu ortaya çıktı. Gördük ki ABD, Türkiye’yi değil, PKK ile Kuzey Iraklı Kürtleri seçti.
Operasyondan haberi bile olmayan AKP’li liderlerin bu durumdan rahatsız oldukları için Genelkurmay ve Savunma Bakanlığına çağrılmadan giderek bilgi aldıklarını da gördük. Son kanıt; ulusa konuşma yapmaya hazırlanan Başbakanın durumdan haberi olmadığını ortaya koyan, basına dağıtılan konuşma metni. Gül olaydan 24 saat sonra, benim haberim vardı diyor. Gülelim mi, ağlayalım mı?
Gerçek ne olursa olsun, neden nereden kaynaklanırsa kaynaklasın, bu kadar cana mal olan, oldukça pahalı bir operasyonu tamamlamadan, hedefine ulaşamadan sona erdirmek, Türkiye’ye yarar mı yoksa zarar mı verdi göreceğiz. Çekilme nedeni ne olursa olsun, ister ABD Başkanı ve bakanları tehdit etmiş, isterse yaşanan kötü kış koşulları oldukça tehlikeli durum yaratmış olsun, mutlaka gerçeklerin halkla paylaşılması gerekir. Halkından gerçekleri saklayan liderler, kendi ülke tarihlerine gerçekler ortaya çıkınca yüz karası olarak geçerler. Özellikle de bu yeni hızlı haberleşme çağında gerçeklerin, ortaya daha çabuk çıktığını unutmamak gerekir. Gerçek ne kadar acı olursa olsun, gerçeği halkına açıklayan onlardan saklamayan siyasetçi ve liderler ilk tepkilere rağmen, halklarının güven ve saygısını kazanır, en azından yalancı olmadıkları görülür diye düşünüyorum.

Yazarın Diğer Yazıları