Edebistan padişahı
“Adama beylik vermişler, önce babasını kesmiş” diye bir söz var hani. Hatırlamayabilirsiniz; şimdilerde Çingene’ye Çingene diyemiyoruz ya, ben de “adama” deyiverdim. Neyse zavallı Çingene’nin günahını almayalım. Adama padişahlık vermişler, önce babasını kesmemiş ama önce atasını kesmiş; sonra da atasının içinden çıktığı milleti lime lime etmiş.
Edebistan padişahından bahsediyorum. Adam tutturmuş, bu milletin de bu ülkenin de adını değiştirmek lazım diye. Ee ne olsun ülkenin adı? Sonunda Edebistan’da karar kılmış. Karar kılmış ama bu iş o kadar da kolay olmamış. Önce edep kelimesine alıştırmak icap etmiş milleti. Bunun için de her bulduğu fırsatta “edep” diyormuş. “Edep” diyormuş da bakmış ki bu dört harflik kelimecik ağızları doldurmuyor, onun yanına bir kelime daha eklemiş: Adap. Şöyle birinci a’sını uzata uzata, sündüre sündüre “aaadap” diyormuş ki ağızlar dolsun. Eh artık, sihirli kelimeleri buldu ya padişah hazretleri şimdi her mecliste, her meydanda “edep aaadap” diyormuş. Gerçi padişah hazretleri edebe mugayir kelimeleri de pek seviyormuş; “ananı...” diyormuş, “kodum mu oturturum” diyormuş, “sen kimsin yahu” diyormuş ve benim buraya yazamayacağım birçok kelimeyi omuzlarını öne düşürerek kullanıyormuş ama yine de “edep aaadap” sözlerini ağzından düşürmüyormuş. Sonunda muradına nail olmuş ve ülkenin adını da Edebistan olarak tescil ettirmiş.
Eh artık, tut tutabilirsen Edebistan padişahını... Ne büyük dinliyormuş ne küçük. Ne ata dinliyormuş ne evlat. Ne kadın dinliyormuş ne kız. “Bu ülkenin adı Edebistan kardeşim, edebini takın” diyerek ortalıklara dökülüyormuş. Ortalıklara dökülüyormuş ama yine de bazı insanlara laf anlatamıyormuş. Eline pankartını alan meydanlara çıkıyormuş. Bilgisayarının başına oturan gazete köşelerini tutuyormuş. Sırtına cübbesini giyen kürsüleri işgal ediyormuş. E buna dayanılır mı canım? Tahammülmüş... Tahammülün de bir sınırı vardır. Padişah olduk diye her şeye tahammül mü edeceğiz? Yoo, bundan sonra yemezler de yedirmezler de. “Edep aaadap” dedikse kendimiz için demedik; kölelerimiz için dedik. Padişah da mı edepli olacak ulan? Böyle demeye başlamış ve eline kocaman bir değnek almış.
Edebistan padişahı artık değnekle dolaşır olmuş. Değnek dedikse öyle ince bir kızılcık sopası değil hani. Şööyle kalın bir lobut. Hem sonra padişah lobutla dolaşır da yalnız mı dolaşır? Etrafında iki yüz adam alesta. Her birinde bir kalaş. Göz açanın gözünü çıkartırlar vallahi. Ağzını açanın dilini kopartırlar. Öyle el işaretleri yapmak filan... Hele kadınsa, gözünün yaşına bakmazlar, dağlara kaldırırlarmış alimallah. Sen kimsin, padişahımıza el işareti yapıyorsun; hem de zevce-i muhteremelerinin huzurunda? Sen kimsin kardeşim; öyle kürsülerden atıp tutuyorsun? Erkeksen o prof mrof’u adının önünden kaldır, cübbeni çıkar da gel! Bak burada iki yüz civanım var, seni ayakları altında pestile çevirirler; önce tekmelerler, sonra rapor alırlar; ona göre.
Böyle diye diye dolaşır olmuş Edebistan padişahı. Etrafındaki civanlar da çoğaldıkça çoğalmış. Artık sadece etrafında değilmiş civanları. Bir kısmı varakparelere yerleşmiş, bir kısmı televiziya denilen sırçadan köşklere. Oralardan konuşurlar, oralardan yazarlarmış. Böylece memleketin edebiyatı da bir neşvünemâ bulmuş ki sormayın. Edîb-i cedidler yepyeni neviler icad etmişler. Yeni nevilerin yanında, mehdiye ve fahriye denilen neviler pek güdük kalmış. Tabii ki yeni nevilere yeni adlar da lazımmış. Kimisi edebiye, kimisi padişahiye demiş ama bunlar tutmamış; sonunda iki isimde karar kılınmış: Yalakiyye ve yanakiyye. Artık edebiyat tarihleri bu türlere de yer vererek yazılır olmuş. Hatta ve hatta sadece bu türlerle yazılan edebiyat tarihleri piyasayı doldurmuş. E tabii Edebistan padişahı memnun ve mes’ut. Artık lobutunu sınırlar ötesine de gösteriyormuş. “Sen kim oluyorsun Aaamrika? Sen kim oluyorsun Germaniya? Vurdum mu oturturum haaa!...” diyormuş. Diyormuş da yine memnuniyet ve mes’udiyeti çehresine yansımıyormuş. Nedense sûretinden düşen bin parça imiş...