Dumanı tüten bir mektup
Bugün 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü dolayısıyla hazırladığı konferanslar dizisi için Safranbolu’dayız... Bu vesileyle okuyucularımızla bir süredir paylaşmayı düşündüğüm müthiş pasajlar için bir fırsat bulmuş olduk...
Paylaşacaklarım Türkiye Günlüğü’nün son sayısından alınma... Satırların sahibi, fikrin ve sözün gerçek üstadı Mustafa Çalık... Türkiye’deki kavganın taraflarıyla ilgili yazdığı etkileyici mektubun tamamını buraya sığdırmak mümkün değil elbette... Dergiye ulaşılıp tamamının okunması dileğiyle, ‘Muhterem Devlet Büyüklerine’ başlıklı bölümden her biri ders niteliğindeki bazı paragrafları paylaşmak istiyorum:
Sizler yoksul insanlar değilsiniz ki, sizlerin çocukları niye ticâretle uğraşıyor? “Rızık ondur, dokuzu ticaret ve cesarettedir” Hadîs-i Şerîf’inin icabına tevessül etmek için mi? Evlâtlarınız neden “memuriyet”i sevmiyor, “kamu hizmeti”ni istemiyor? Onlar sevmiyor, istemiyor diyelim; pekiyi sizler niçin onları “devlet memuru” olmaya hiç özendirmiyorsunuz? “Devlet memurluğu” nun, bir Kayseri meselindeki gibi, ancak kafası çalışmayanların, ticareti beceremeyecek olanların yapacağı vasat yahut değersiz bir iş olduğuna mı inanıyorsunuz?
Adnan Menderes, hani adı Sayın Başbakan’ın dilinden düşmeyen; “mazlum ve mağdur” hâtırâsı ile kendisinin 4 aylık mahpusluğu arasında sürekli köprü kurmaya çalışarak sahiplendiği “demokrasi şehidi” eski bir Başbakan... Çapkınlıkları, gönül mâceraları hizmetleri kadar meşhurdur, neredeyse!.. Allah taksirâtını affetsin, bazı mâceraları ne dinî, ne ahlâkî, ne insanî ölçülere sığar; ama, o bile büyük oğlu Yüksel Bey ticâret yapmaya kalkınca bakın ne diyor: “Oğlum, ben politikada kaldıkça sen ancak devlet memuru olabilirsin!”
İnönü diye bir zat vardı, 12 sene Cumhurbaşkanlığı, ondan biraz fazla müddet de başbakanlık yapmıştı. İki oğlu bir kızı vardı. Büyük oğlu Ömer’i herkes gibi bizler de pek bilmeyiz; galiba biraz “silik” kaldı aile içinde; ama memleketin varlıklı adamları, büyük şirket ve zengin vakıf yöneticileri arasında ismi geçen biri olmadığını da biliyoruz. Öbür oğlu Erdal fizik profesörü oldu, içeride ve dışarıda birçok itibarlı üniversitede hocalık etti. Sol çevrelerdeki “arzu-yı umûmî” üzerine ve “kerhen” SHP Genel Başkanı, sonra başbakan yardımcısı oldu. Çantasını şoförüne, özel kalemine, sekreterine filân aslâ taşıtmadığına şâhit olduk.
(Sizin vaktiyle “biat” ettiğiniz “mücâhid”, muhterem ve hayli de mülk, altın ve nakit sahibi “Hoca”nız geldi aklıma; abdest suyunu döktürdüğü korumaları bir de ayaklarını kurularlardı.) Bu Erdal Bey, daha sonra kendi isteği ile “askerlik” gibi gördüğü genel başkanlık işinden kendini “terhis”etti. İsmet İnönü’nün kızına gelince, gitti bir gazeteci ile izdivac etti. Ne kendi “torpil”le bir yere geldi ne de o gazeteci holding yöneticisi oldu. Öylece yaşayıp gitti bu insanlar; şahsî müktesebatlarının sağladığı imkân ve sıfatlar dairesinde... Hayatları anlamlı, kaliteli, fakat gösterişsizdi; isimlerini hiç bir skandalla da hatırlamıyoruz.
Ey bizim “Muhterem”ler, “Mücâhitler”!.. Hâle bakar mısınız ki, kimlerin hikâyelerini anlattırıyorsunuz bana!.. Bendeniz İsmet İnönü’nün öldüğü gün, hem de zemin katta mâtem merâsimi yapılırken Gümüşhane Lisesi’nin 1. katında, 6 Matematik-A sınıfında, milleti başıma toplayıp başçılığa geçip halay çektirmiştim (Ne yapayım, 17 yaşındaydım, ülkücüydüm, militandım; İnönü deyince en çok bildiğim jandarma, tahsildar ve ekmek karnesi hikâyeleriydi. Evlâtları, torunları ve sevenleri şimdi bu özrümü kabûl ederler mi, bilemem; ama, ben o çocukça militanlık ve şımarıklıktan çıktıktan sonra nedâmet ve itizârdan hiç erinmedim.)
Sayın Başbakan, çevrenize karşı sigara konusunda gösterdiğiniz titizliği, rüşvet, yolsuzluk ve haksız kazanç konusunda da gösterseydiniz bu işler bu raddelere gelir miydi? Yıllardır yakın çevrenizde bulunan, mesai arkadaşlığı ettiğiniz, hangi devlet ve iktidar postuna oturtacağınızı bilemediğiniz ve hakîkî sıfatları ortalara dökülünce, size oy vermeyen namuslu insanların bile yüzünü kızartan şu adamları onca zaman nasıl taşıdınız? Onlar da “saflığınız”a mı geldi, gerçekten? Böylelerinden, henüz “şöhret olmamış” daha kaç kişi olabilir etrafınızda? Bir kısmını olsun, hukuka, mahkemeye bırakmadan kendi elinizle “post” undan kaldırmayı düşünür müydünüz? Bir de ne geliyor aklıma biliyor musunuz: Siz zaten okumuşsunuzdur, çocuklarınızın da hikâye okuma çağı geçti, bundan sonra okusalar da etkilenmezler; ama, torunlarınıza olsun, Pembe İncili Kaftan’ı okutmayı düşünür müsünüz?