Diğerlerini de bekliyoruz
Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener haklı olarak soruyor, “Alaaddin Yüksel nasıl Ankara Valisi oldu” diye... O zaman biz de soralım: Tıpkı 12 Eylül dâvâsıyla ilgili müdahillikler gibi siz de 28 Şubat dâvâsına müdahil olacak mısınız?
Meral Hanım o dönemi yaşadı... Hem mağdur, hem şahittir... Doğrusu, savcının hazırlayacağı iddianame kabul edilirse bu dâvâya müdahil olmasıdır...
***
Tuhaftır, 28 Şubat’ın ’mürteciler’e karşı duruşu hep konuşulur da, Türk milliyetçilerine karşı duruşu yeterince konuşulmaz... Oysa Türk milliyetçiliğinin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne bölücülük ve irticadan sonra üçüncü bir tehdit olarak girmesi bu dönemin eseridir... Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin izlenmesi gereken düşmanı konumuna bu süreçte sokulmuştur... Arslan Tekin’in ’Hesaplaşmanın sınırı’başlıklı yazısında ismini vermeden bahsettiği paşa Türk milliyetçiliğine hasmâne bakışın en sivri ismidir o dönemde...
Ankara’da yargıya verilen meşhur brifing, bu sürecin işaret fişeği gibiydi... Tamamen hukuksuz gerçekleşen bu irtica brifinginin metni oldukça ilginçti... Faik Bulut’un bir kitabından alıntılardan ibaretti adeta...
Öyle pervasızlık vardı ki, bir çok yerde Faik Bulut’un paragraf sıraları ve cümleleri bile değiştirilmemiş gibiydi... Peki kimdir Faik Bulut? 1972’de Suriye’den Lübnan’a geçerek Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında eğitim almış bir Marksist... 1973’teki İsrail operasyonunda Aydınlıkçı arkadaşları öldürülürken o, yaralı ele geçirilmiş ve İsrail hapishanelerinde 7 yıl kalmış... Kitaplarının büyük çoğunluğu Kürt dili, Kürt tarihi ve sosyalist sol üzerine...
İşte o yargı brifinginin ilham kaynağı bu Faik Bulut’un düşünceleri olmuştu... Brifingin ardından karanlık bir sürece girildi... Ortalığı kalın bir sis tabakası kapladı... Birkaç yıl sonra o sis tabakası dağılmaya başladığında görüldü ki, enkazın altında sisteme küskün milyonlarca insan, içleri yaklaşık 50 milyar dolar civarında boşaltılmış bankalar, dibe vuran bir ekonomi kalmıştı...
Seyir aslında 28 Şubatçılar açısından trajikomik bir hal aldı... Müthiş kehanet gücüyle 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini ilan eden Hüseyin Kıvrıkoğlu, bu sözleri söylerken, o postmodern darbenin toplumsal dokuya yaptığı kahredici baskı yeni bir siyasi akıma, bilmeyerek de olsa, rahim vazifesi görüyordu... Şekil ortada!..
Kim ast, kim üst belli değildi? Cunta mı sermayeyi, yoksa sermaye mi cuntayı yönetiyordu, karışıktı... Sincan’da yürütülen tankların ’demokrasiye balans ayarı’ anlamına geldiğini açıklayan Çevik Bir’in bu açıklamayı ABD’de yapması ayrı bir öneme haizdi... Medya, bankacılık ağırlıklı sermaye ve sözde sivil toplum kuruluşlarının örgütlü dayanışması bu sürecin en hâkim unsuruydu...
Anayasaya göre Milli Güvenlik Kurulu kararlarının açıklanması yine bu kurulun kararına bağlıdır... Ama iş o kadar çığırından çıkmıştı ki, daha MGK toplanmadan hangi kararların alınacağı dönemin ’amiral’gazetesinde yayınlanabiliyordu!.. Bütün Türkiye gündüz gazetede okuduğu kararların alındığını aynı akşam televizyonlardan izleyebiliyor ve hukukun kılı kıpırdamıyordu... Akşam diğer ayrıntıları öğreniyorduk: Başbakan Erbakan’ın nasıl terlediğini, hangi paşanın hangi bakana dosya fırlattığını...
O dönemde, bu yaşananların anayasal rejimi koruma ve kollama amaçlı olmadığını, sütre gerisindeki niyetin başka olduğunu yazmış ve başımı mahkemelerden kaldıramama sebep olan şu satırları ilave etmiştim: Bütün bu olup bitenler, sermaye-medya işbirliğinin bitmek bilmeyen iştahları uğruna kendi menfaat kuyularının başına inzibat siparişi vermelerinden ibarettir!..
İçi milyarlarca dolar boşaltıldıktan sonra fona geçen Sümerbanklar, Bankekspresler ve diğer bankalar bunun en güzel örnekleri oldular... Muhittin Fisunoğlu, Teoman Koman ve Güven Erkaya gibi isimleri batan bankaların yönetim kurulu üyeleri olarak görmek aslında her şeyi özetleyici nitelikteydi...
***
28 Şubat’ın en büyük tahribatı millet-devlet ilişkisinde gerçekleşti... ’Devletinden korkan millet’, ’milletine güvenmeyen devlet’imajı pekişti... 13-14 yaşındaki imam-hatipli kız çocuklarının üzerine sürülen panzerler, fişlenen milyonlar, psikolojik baskılar, boşaltılan cepler, mesleklerinden ihraç edilenler, kararan hayatlar, bin yıl değil, on yıl bile dayanamayan çok kötü bir darbenin bakiyesi...
Elbette hesabı sorulması gereken bir süreç bu... Ama medya, sermaye, hatta sendikalar ve meslek odalarından oluşan ayaklara dokunulmazsa, bu operasyon asla gerçek adaleti sağlayamaz... Rollerinin büyüklükleri farklı olsa da, hemen hepsi bu örgütlü operasyonda rol oynadılar...
Tabii bir de bu işin malzeme sağlayıcıları, tedarikçileri vardı... Din adına ortaya çıkarılan meczup kılıklılar, tahta tüfeklerle şeriat provası yapanlar, irtica edebiyatına ikmal sağlayanlar, yani bir nevi ’şartları olgunlaştıranlar’... Bunları da bekliyoruz...