Deprem üzerine aykırı düşünceler...
Deprem bir doğal âfettir. “Yeraltındaki bazı boşlukların birdenbire çökmesi yahut yer kabuğu tabakalarının kırılıp yer değiştirmesi” sebebiyle meydana geldiği söylenir. Meselenin bilimsel yönüne girecek değilim. Onu bugünlerde uzmanlar televizyon ekranlarında enine boyuna tartışıyorlar. Bendeniz bir sosyal bilimci olarak deprem hâdisesine kültür penceresinden bakmak istiyorum...
1983 yılıydı, rahmetli anneciğime “Askerliğim Erzincan’a çıktı” deyince aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:
-Oğlum, Erzincan zelzelede battı derlerdi (40 bine yakın kişinin hayatını kaybettiği 1939 Erzincan depreminden aklında kalmış olmalı) demek hâlâ duruyor muymuş?
-Şehir batar mı anne?
-Öyle deme oğlum, zelzele küçük kıyametmiş...
Deprem üzerine bir yazı yazmaya niyetlendiğimde ilk aklıma gelen annemin depremle kıyamet arasında kurduğu bu ilişki oldu. Ve Kur’ân-ı Kerim’den deprem (zelzele) âyetlerini bulup meâllerini okudum:
“Şüphesiz ki kıyamet sarsıntısı (zelzele) büyük bir olaydır. O günü bir görseniz, emzikli her (kadın kendi başının derdiyle) emzirdiğini unutup geçer ve her hâmile kadın yükünü (çocuğunu) düşürür. İnsanları sarhoş (olmuş gibi) görürsün. Hâlbuki bunlar sarhoş değildirler.” (22/1-2)
En son Van depremi olmak üzere gerek yurt içinde gerek yurt dışında, yakın tarihlerde meydana gelen depremlerdeki manzaralarla az önce sunduğumuz kıyamet tasvirini karşılaştırdığımızda, gerçekten büyük depremlerin Kur’ân’da anlatılan kıyamet sahnelerini çağrıştırdığını görüyor; Torosların zirvesinde yaşamış, değil okuma yazma bilmek, hayatında belki radyo bile dinlememiş ümmî bir annenin -deprem kıyamet ilişkisine dair- ferasetine ve atalarımızın İslâm’ın özünü vatanın en ücra köşelerine nasıl taşımış olduklarına hayran kalıyoruz...
Söz Toroslardan açılmışken şunu da ifade etmeden geçmek olmaz: Bizim oralarda “Ayağını taş kaksa kendinden bil” diye bir söz var. Çocukluğumuzda bize büyüklerimiz, başımıza gelen küçük-büyük herhangi bir olumsuzluğun muhakkak yaptığımız yanlış bir davranıştan kaynaklanmış olduğu şuurunu aşılamaya çalışırlardı. O gün insanların daha fakir ve daha elverişsiz şartlarda yaşamalarına rağmen köyümüzde kentimizde haksızlığın-uğursuzluğun, çalıp çırpmanın bugüne nazaran çok daha az olmasını ben böyle bir otokontrol sisteminin varlığına bağlıyorum ve diyorum ki başımıza gelen felaketlere biraz da bu gözle baksak kime ne zararı var?
Ve yine diyorum ki depremi sadece belli mekânlarda değil, sosyal dokumuzda ve inanç dünyamızda da yaşıyoruz. Bir gencin, sevdiği kızın başını kesip cesedini testere ile parçalayarak çöp konteynırına atması yahut yıllarca aynı yastığa baş koyduğu eşini 27 yerinden bıçaklayarak öldüren kocanın yaptığı, sosyal dokumuzda 7.2’lik depremden daha mı az tahribat yapmıştır?.. Ve nihayet bazı Müslümanların İslâm’ı yaşamaya yaşamaya, yaşadığının İslâm olduğunu zannetmeye başlaması inanç dünyamızda kaçlık bir depreme tekabül eder dersiniz?..
Peki, yer altındaki boşlukların çökmesiyle oluşan depremlere karşı -en azından deprem sonrasında- gösterdiğimiz hassasiyetleri dînî ve içtimâî depremler için neden gösteremiyoruz acaba?.. Çünkü birine ten gözü az-çok yetiyor. Oysa diğerine ten gözünün yanında can gözü de gerekli... Heyhât!..
Yazımı eskilerin sıkça kullandığı Arapça bir ibare ile bitiriyorum: “Huz mâ-safâ, da’mâ-keder...” (Sana yarayanı al, yaramayanı bırak...)