Demokrasi bir din ise, o Hıristiyanlıktır

Müntesipleri tarafından “eleştirilemez bir ebedî hakikat” olarak değerlendiriliyorsa, o zaman demokrasi bir yönetim biçimi olmaktan çıkmış, inanca, inanç ne kelime, imâna dönüşmüştür. Hatta “Nasranilik” yahut “Ortodoksluk” falan da değil, “Katoliklik” bir inançtır bu.
Yönetim şeklinin demokrasi olduğu söylenen Türkiye’de lidere tanınan güç ve kudretin Vatikan’da oturanın güç ve kudretinden bir farkı olmadığını görüyoruz ve bu gücün “demokratlar” tarafından, “Seçilmiştir, hakkıdır” diye kutsanmasını ise bir “gizli şirk” bir “cahiliye devrini hortlatış” olarak algılamamak için zorlanıyoruz.

Kişi, parti genel başkanı ise o tıpkı Papa gibi istediğini aziz ilân ediyor, istediğine aforoz çekebiliyor. Demokrasi ile yönetildiği söylenen Türkiye’de genel başkan bir de başbakan olmuşsa ülkesinin bütün imkânlarını istediği partiliye, istediği işadamına, istediği yakınına peşkeş çekerek o kişi için şu yalan dünyayı bir cennet haline getirebiliyor ve ona ne hukuk engel olabiliyor, ne oylarıyla o kişiyi o makama getirenler. Bununla da kalmıyor, o, istediği kesim ve istediği bir kişiye bu dünyada adeta bir cehennem hayatı yaşatabiliyor!

Bâzı dostlar, “Demokrasiyi niye savunmuyorsun?” diyorlar, biz de, “O da ne, yoksa Türkiye’de uygulanan şeyin adı demokrasi mi?” diye sormadan edemiyor, “Öyleyse kusura bakma, ben orada yokum” demek durumunda kalıyoruz. Onlar, “Türkiye’de elbette demokrasi yok, çünkü seçilmişlere istediği icraatı yapma hakkı tanımayan güç odakları var” diyorlar. Biz de cevap olarak, “Bir de böyle güç odakları olmadığını var saysak halimiz ne olur!” demek zorunda kalıyoruz.

Particilik perdesi akıl ve gönlümüzün kataraktı olmasın lütfen..
Diyelim ki, demokrasi gerçekten çok kutsal bir kavram ve diyelim ki Türkiye’de her seçimde sandığa yansıyan, “halkın iradesi”. Asla böyle bir şey yok amma, varsayalım ki, öyle..
Şimdi size soruyorum, bu halk, Kuzey Afrika’dan Asya içlerine kadar neredeyse tamamı Müslüman olan 30’a yakın ülkenin sınırlarını değiştirmek için üretilmiş bir Haçlı/Siyon projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nde Türk devlet ve hükümetinin yer almasını ve başbakanının bu projede “Eş Başkan olmasını” istiyor muydu? Bu halk, İsrail uçaklarının Türk semalarında savaş eğitimi yapması ve bu eğitimlerle Filistinlileri katletmesi ve İran’ı vurma becerisi kazanmasını istiyor mu? Bu halk Buhs’un şirketi Cargill için ayrıcalık tanıyan yasaların TBMM’ce (Anayasa Mahkemesi’nin defalarca reddine rağmen) seçilmişlerce korunup kollanmasını istiyor mu?

En sağcısında en solcusuna bu soruların bu ülkedeki ortak cevabı, “Hayır, bin kere hayır!”dır amma gelin görün ki, “seçilmişler” bu işleri ve daha nicelerini “halkın iradesine rağmen” nice onlarca yıldır hayata geçirmiştir, geçirmektedirler. “Seçilmiştir, ne yapsa yeridir” demek, bir bakıma dün Kardinal olan birinin oyla Papa olduktan sonra asla yanlış yapmayan, asla özür dilemeyen, asla günaha girmeyen, cennet ve cehennemin anahtarlarını elinde tutan Papa gücüne kavuşmayı hak etmiştir demek değil midir!

Gece yarıları ellerimizi açıp, “Yâ Rabbi, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, Guantanamo’da, Çeçenistan’da, Karabağ’da, Batı Trakya’da, Türkistan’da zulme uğrayan Müslümanlara ve insanlara yardım et!” diye gözyaşı döken ve “Bu zulümlere ortak olanları kahreyle” diye yalvaran bir Müslüman, bir bakıma oy verdiği kişilere ve kendi devlet ve hükümetine beddua etmiş olmuyor mu? Halka rağmen, seçildim, ne istersem yaparım diyen ve yapanlar yüzünden biz Filistin’deki zulmün sahibi İsrail’e, Irak ve Afganistan’daki zulmün adresi ABD’ye beddua edemeyecek miyiz? Ettiğimizde, onlarla işbirliği yapanlara da beddua etmiş olmuyor muyuz? Bu, kendi felâketimiz için bir beddua değil mi? Sussak cehennem, dua etsek cehennem, beddua etsek cehennem.
Müminin mümine duasında bile Mümini böyle ârâfta koymanın adı demokrasi ise, özür dilerim, o tür ne varsa cümlesi benden, ben de ondan uzak olayım.

Yazarın Diğer Yazıları