Değişimin iletişimi / Salih Levent UĞURLU

Değişimin iletişimi / Salih Levent UĞURLU

Değişim tartışmasına sanki bugüne kadar sürekli siyasi tarih tekrarlayarak, ideolojik eksen etrafında dönerek açıklama getirilmeye çalışıldı...

Yeni bir parti kurarken izlenecek yol bellidir. İlk adım güçlü bir liderin çevresinde yetkin ve etkin bir kadro kurmaktır. İkinci adım, seçim yeterliliği almak yani Türkiye genelinde teşkilatlanmak, kongreleri tamamlamak, bunu yaparken de her seçim bölgesinde sözü geçen ve sevilen isimlere yer vermektir… Akabinde proaktif ve reaktif iletişim süreçlerini yerli yerine oturtmak, güçlü bir reklam ve tanıtım ayağı sağlamak geliyor… Tabii ki en önemlisi siyasetin keskin bir profesyonelleşme eğilimine girdiği bir ortamda milyonlara tekabül eden finans kaynağına sahip olmaktır…

***

Asgari düzeyde bu adımları sağlayan her parti, iktidar olamasa da en azından Meclis’te temsil edilme şansına sahip olabilir. Ancak bununla bitmiyor elbette. Parti kadrosunu, teşkilatları, seçmen kitlesini sürekli konsolide etmek gerekmektedir. Bunu yaparken de oy oranını yükseltmek lazım ki başarı ve güven olgusu daha net ortaya çıkabilsin. Sahada olmak, gündem oluşturabilmek, seçmenin talep ve beklentilerini sürekli kestirebilmek önemli. Anlatması basit, uygulaması ise meşakkatli. Yine de üç aşağı beş yukarı yapılacaklar belli.

***

Peki, söz konusu yeni kurulmamış bir partiyse ne olacak? Örneğin 100 yıllık köklü bir geçmişe sahip CHP’deki “değişim” tartışmasına hangi iletişim penceresinden bakmak gerekiyor? Çünkü burada yeni bir parti kurulmuyor. Kemikleşmiş bir seçmen kitlesi var ancak iktidar olmak için daha fazlası gerekmekte… Kritik bir seçim kaybedildikten sonra “değişim” artık zorunluluk haline gelmiş… Geride bıraktığın 100 yıl ise günahınla, sevabınla adeta seni bir gölge gibi takip etmekte… Ne yapılırsa yapılsın yüzde 25’ten ileriye gidemeyen bir parti nasıl bir yöntem izlemelidir? Yöntem kuşkusuz değişimdir, ancak bir “marka çatısı” altındaki değişim nedir, ne olmalıdır?

***

Geçtiğimiz günlerde Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, ihraç edildiği partisine geri döndü. En büyük eleştiri, “değişim hareketi” adı altında girilen genel başkanlık yarışında, Kılıçdaroğlu’nu saf dışı bırakan Özgür Özel yönetimine oldu. Zira değişim hareketinin ana mottolarından biri yeni yüzlerle devam edileceğiydi. Bunun yanı sıra CHP’nin sağa kaydığı eleştirisi de ana mottolardan biriydi. Tanju Özcan’ın “sol” olmadığını düşünen hatırı sayılır bir kesim, bu duruma tepki gösterdi. Recep Peker gibi bir siyasi kişiliğin Genel Sekreterlik yaptığı partide, Tanju Özcan üzerinden gerçekleştirilen kim daha solcudur yarışı bir noktadan sonra ise anlamsız kalıyor. İşin zorluğu da burada başlıyor. Çünkü herkesin kafasında tahayyül ettiği CHP bambaşka, herkesin layık gördüğü CHP çok farklı. Dile kolay 100 yıllık bir partiden bahsediyoruz; ideolojik dalgalanmalar yaşamış, sağ ile sol arasında gidip gelmiş, bir ara “ortanın solu” olmuş, 12 Eylül sonrası zorunluluk olarak SHP ve DSP ekolünü doğurmuş, Baykallı yıllar, derken 2011 sonrasında da bambaşka yola girmiş, son seçimlerde sağ figürleri Meclis’e taşımış bir partiden bahsediyoruz… Aslında CHP’deki değişim sancısı yeni değil, bugün de ortaya çıkmadı. Değişim, CHP’de bitmek bilmeyen bir tartışma ve bu tartışma Türk siyasi hayatından bağımsız olmamakla CHP’yi de özel bir konuma oturtmakta. Bu yüzden CHP’ye atıf yapmadan Türkiye’de siyaset konuşulmaz. Konuşulduğu zaman da tartışma kaçınılmaz.

***

Ancak değişim tartışmasına sanki bugüne kadar sürekli siyasi tarih tekrarlayarak, ideolojik eksen etrafında dönerek açıklama getirilmeye çalışıldı. Bu istikametle sağlıklı bir netice elde edilmediği gibi değişim olgusuna da kısıtlı bir pencereden bakıldı. Oysa 21. Yüzyılda değişim, siyasal ve ideolojik kalıplara sıkıştırılmayacak kadar ele avuca sığmayan bir konu olmakla birlikte “statüko”yu yıkmanın yolu yalnızca ideolojik çözümlemelerden ve tarafgirlikten geçmemektedir. Dolayısıyla medyada çözüm reçetesi olarak sunulan yaklaşımların biraz dışına çıkmak, problemi kayıtsız şartsız siyaset biliminin ya da seçmen sosyolojisinin argümanlarıyla açıklamaya çalışmak yerine pazarlama karması içerisindeki başlıkların uygulama alanlarına odaklanmak son derece verimli olacaktır.

***

Bu bakış açısının temelleri, 20. Yüzyılda İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarının belirleyici etkisiyle atıldı. Savaşın yıkıcı atmosferinde Hitler’in yol açtığı “şüpheli topluluklar” iletişim araştırmalarını farklı bir evreye taşıdı. Siyasetin iletişime olan zorunlu teması yepyeni bir melez disiplin doğurdu. Adına da “siyasal iletişim” dendi. Gelinen noktada siyasal iletişim ile pazarlamanın flörtü daha baskın hâle gelmektedir. Yine 20. Yüzyılda kavramsallaşan kurumsal değişim yönetimi, baskın hale gelen bu flörtün bir yansıması olarak politik alana da bir yol haritası sunabilmektedir.

Meseleye sadece “Political Science pHD” paradigmasından bakılması, değişimin günümüz dünyasında iç içe geçen birçok parametrenin bütünü olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla değişim tartışması, belli bir disiplinin temsilcilerinin baskın hâle gelen fikirlerinden ziyade multidisipliner bir anlayışla sürdürülmelidir. (Entelektüel alanda faaliyet gösteren farklı fikir platformlarında göze çarpan bu hegemonik durumun, Mayıs seçimleri öncesinde de sağlıksız analizlerin yapılmasına davetiye çıkardığını da ayrıca belirtelim.)

***

1950’lerde piyasa olgusuna sistematize edilen siyaset, kapitalist ülkelerde daha oturmuş bir şekilde kendini göstermiştir. Batı demokrasilerinde bir partinin konumlanması, tutunması, tutarlılığı, markasını sürdürmeye yönelik eylemleri çok değişkenlik göstermez, değişecekse de marka mimarisi açısından tutarlı bir genişleme içerisine girerek doğal seyrinde ilerler. Dolayısıyla günün koşullarına uyum sağlama noktasında parti içi dalgalanmalar, Türkiye’deki gibi trajik savrulmalara dönüşmez, seçmenler de ideolojik saiklerden çok icraatlara odaklanır. Bir siyasal marka etrafında toplanan farklı dini, etnik, ideolojik grupların arzusu toplumun genel menfaatine yönelik bir beklentiye dönüşmekte, bireyin gücü ait olduğu grubun gücüyle sınırlı kalmamaktadır. Batı demokrasisine bu yüzden gelişmiş diyoruz. Başka bir keramet aramaya gerek yok. Zaten bir ülke için ideal olanı da bu değil midir?

***

Değişim, bir siyasal organizasyonun marka mimarisiyle doğrudan ilişkilidir. Konuyu, sinir bozucu şekilde ideolojik tahlillerden biraz daha uzaklaştıralım…

Virgin Records firması… Basit bir plak mağazası olarak sektöre girmiş. 15 yıl sonra aynı isimle havayolu şirketi açmış, bir 15 yıl sonra da uzay şirketi… Bir plak mağazasından havayolu şirketi açmak ve ardından uzaya çıkmak enteresan bir örnek.

Yani değişim olgusuna nereden baktığınız, günümüz dünyasında başarınızın da anahtarıdır. Aksi takdirde değişim adı altında savrula savrula savrulmak kaçınılmazdır.

***

100 yıllık CHP’nin inkâr edilemeyecek bir kimliği, bir aidiyeti, kökleri var. Değişimin günümüzde kurumsal kazanımları bir çırpıda silip atmadan, aynı zamanda tutucu da olmadan marka odaklı bir “genişleme yaklaşımı” ile mümkün olduğu düşünüldüğünde bir denge unsuru sağlamak gerekmektedir. Son tahlilde durağan olmamak, yeni istek ve beklentilere karşılık vermek değişimi kaçınılmaz hâle getiriyor. Değişimi salt ideolojik argümanlara indirgemeden kazanımları bir çırpıda silip atmamak, bunu yaparken de tutucu olmadan hassas bir ayar sağlamak zorunlu hâle geliyor. Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminin savrulmasına da, “değişim” adı altında sahneye çıkan Özgür Özel yönetiminin şimdiye kadar kamuoyuna kendisini anlatamamasına da bu açıdan yaklaşmayı denemeliyiz.

Bu noktada özellikle dünya siyasetinde köklü bir yeri olan ve sert mücadelelerin yaşandığı İngiliz İşçi Partisi’nin değişim süreçlerine marka bağlamında dikkat çekmek faydalı olacaktır. Hatta partinin son yıllarda girdiği birçok seçimde marka konsepti merkeze alınmış, kitlelerle duygusal bağ yakalanmıştır.

***

22 yıldır ekonomide, dış politikada, iç politikada çok farklı stratejiler izleyen ve çok farklı kadrolarla sahaya çıkaran AK Parti gibi markalaşma sürecini oturtmuş bir parti karşısında, demokratik işleyişin sağlamlaşması yine etkin, markalaşmış muhalefetin olmasına bağlıdır. Her seçim sonrası saman alevi gibi ortadan kaybolan partiler, demokrasinin gelişimine katkı sağlayamayacağı gibi amiyane tabirle siyasi parti çöplüğümüzün de çoğalmasına neden olmaktadır. Mayıs seçimi sonrası karışan, krizlere giren, yakın bir zamanda geçerliliği kalmayacağı açık olan muhalefet partilerinin durumu ortadadır. Her şeye rağmen en az tahrip olan parti yine CHP olmuş, olumsuz süreci diğerlerine göre asgari düzeyde bir tahribatla tamamlamış, başarılı olur ya da olmaz bir genel başkan değişikliği gerçekleştirerek sorunu kısmi olarak aşmıştır. Bu krizi az zararla aşması kuşkusuz köklü parti olmasından dolayıdır. Ancak bir türlü yüzde 25’in üzerine çıkamayan bir köklü partiden bahsettiğimizin de altını çizelim… Bunun kendisine de Türk demokrasisine de bir getirisi olmadığı gibi değişimi tutucu olmadan ama aynı zamanda köklü marka mimarisine sadık kalarak yapmaktan başka şansı da yoktur. “Değiştik, değişiyoruz, ezber bozuyoruz” diyerek her kesime mavi boncuk dağıtıp finalde ise yüzde 25 ile yola devam etmek hiçbir tutundurma karmasının başarıya ulaşmadığını açıkça göstermektedir. En azından yeni yönetimin değişim iddiası, son seçimlerde olduğu gibi kamuoyunda boy gösteren simaların usulsüz, yöntemsiz PR anlayışlarının dışına çıkmalı, “seçmenin morali bozulmasın diye oy oranını yüksek söyledik” gibi taktikler yerine günümüz dünyasının ruhunu yakalayan, marka odaklı bir genişleme stratejisinin sağlam temelleri üzerine inşa edilmelidir.

***

Siyasette değişim tartışması, CHP özelinde kamuoyunun gündeminde uzun süre devam edecek gibi gözüküyor. Sosyal medya analitiği yapan şirketler ve uzmanlar, Türkiye’de son dönemde en çok kullanılan sözcüklerden birinin değişim olduğunu söylemekteler. Bu tartışmanın sürmesi, kuşkusuz ülkemiz açısından yararlıdır. Çünkü Herakleitos’tan bugüne birikimli olarak ilerleyen değişim konusu, günümüzde daha önemli bir hâle gelmiştir. Dünya ile rekabet edebilmek, toplumsal refahı ve gelişimi sağlamak dinamik kurumlarla mümkün olmaktadır. Değişim ise bu dinamizmin anahtar kavramlarından biridir. En önemlisi ise yalnızca CHP’yi ilgilendiren bir tartışma değildir. Bürokrasi, dernekler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ile tartışma yelpazesi genişletilmeli, değişim günümüz dünyasının ruhuna uygun şekilde bir zihniyet haline getirilmelidir.