Eski devlet bakanlarından, MHP eski Kars milletvekili Gürcan Dağdaş, MHP’lilerin Devlet Bahçeli’nin tersine ‘hayır’cı blokta yer almasının önemli olduğunu söyleyerek "Milliyetçiler; Han’a, Hakan'a itiraz etti… Demokrasinin cümle kapısı itirazdır. Bu çok kıymetli bir gelişmedir. Ben buna milletin irfanı diyorum. 16 Nisan’a kadar ne yapılırsa yapılsın, hangi algı operasyonu olursa olsun, ‘hayır’ın çıkmasını engelleyecek bir şey yok ortada. Önemli sayıda AKP’li seçmenin de ağzının tadının bozulduğunu görüyorum" görüşünü dile getirdi. Gürcan Dağdaş'ın Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş'a verdiği söyleşi şöyle:
Referandum maçının ‘sağın sahasında oynandığını’ söylüyorsunuz. Sağ seçmenin bu referandumda iktidarın sınırlanmasından, yani ‘Hayır’dan yana tavır göstereceğine inanıyor musunuz?
Ben işin özünde sağ-sol tasnifinin çok geride kaldığı kanaatindeyim. Bununla birlikte, o klasik tasnif üzerinden baktığımızda, bu Anayasa değişikliğini önümüze getiren AKP ve MHP’nin kendini sağda, muhafazakâr-milliyetçi olarak tanımlamasından dolayı bu maçın AKP ve MHP seçmeninin olduğu bir sahada oynandığını iddia ediyorum. Şüphesiz ki CHP bu kampanyada ‘Hayır’ cephesinde yer alıyor. CHP seçmeni bu konuda tercihini ‘Hayır’dan yana koyacağını söylüyor. Ama CHP’nin sandık skoru tek başına referandumdan “Hayır’a ulaşacak bir yeküne ulaşmaktan uzak. Öyle olunca CHP seçmeni dışında, bu iki partinin seçmeni üzerinden meseleye bakılması gerekiyor. Dolayısıyla bu maç kendini sağ diye tanımlayan, milliyetçi diye tanımlayan, muhafazakâr diye tanımlayan seçmenin sahasında oynanan bir maçtır. Ben bu maçta sağ seçmenin demokrasiyle, evrensel değerlerle hareket edeceğine inanıyorum. Zaten dünden bugüne oluşturduğu hikâyesinde zaman zaman bu tür refleksleri verdiğini görüyoruz. Bir örnek vereyim. 1924 Anayasası partili Cumhurbaşkanı öngören bir Anayasa idi. 1947’de DP Büyük Kongresi’ni topladı. ‘DP seçimlerden galip çıkarsa, iktidar olursa, DP’nin genel başkanı Cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren partisi ile ilişiği kesilir’ diye tüzük kararı aldı. Mevcut Anayasa cevaz vermesine rağmen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Paşa uygulamalarına rağmen… DP kendi iradesi ile bu hakkından sarfı nazar etti. Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçildi ve DP ile ilişkisini kesti. Sağın zaman zaman bu tür refleksleri verdiğine dair örnekler önümüzde duruyor.
- Siyasal İslamcı gelenek uzun bir süre temel eleştirisini merkez sağa yönelterek büyüdü. Menderes, Demirel, Özal hep eleştirilerinin hedefindeydi. Şimdi ise AKP sağın bütün mirasına sahip çıkmaya çalışıyor. Bahsettiğiniz demokrat, klasik merkez sağ oyları kendisine çekebilmek için bunu yaptığı açık. AKP otoriterleştikçe, laiklikle ilgili uygulamalarında vs problem çıktıkça merkez sağ seçmen buradan kopabilir mi? Yoksa artık geri dönüşsüz biçimde AKP’ye mi kaydı sizce?
Bununla ilgili yakın dönemde bir örnek yaşadık. Dönebilir mi, orada kalıcı mı olur diye baktığımızda, 7 Haziran seçimlerinde AKP’den ayrılan yüzde 9 oyu, ağırlıklı olarak DP, ANAP, DYP kökenli insanlar oluşturuyordu. Bir miktar da Kürt seçmen kitlesi ayrıldı AKP’den. Yani sağ seçmen iktidarda nimet dağıtan bir partinin bünyesinden çıkmayı göze aldı ve çıktı. Bu da gösteriyor ki, burada parti içi koalisyonun bir kısım partneri ayrıldı. AKP kendi içerisinde koalisyon görüntüsüyle 2002’de bir proje olarak karşımıza çıktı. Bu koalisyonun katılımcıları zaman içerisinde AKP’nin karar vericilerinin kendi dünya görüşüne, dünya algısına, yaşam biçimine, bunlarla ilgili vermiş olduğu kararlardan hoşnutsuz oldu. Öyle olunca bir şekilde kapının açılmasını hep gözledi. 7 Haziran’da bunu yaptı. Kaldı ki bu merkez sağ, Süleyman Bey’in (Demirel) hafızalarımızda olan kıymetli bir sözü var. ANAP kurulduğu zaman “Tapulu arazime gecekondu kondurtmam’ demişti. Yani merkez sağ, bayrakla, ezanla, yani muhafazakâr kesimin ifade ettiği kutsallarla barışık, bir manada da yaşamın içerisinde bunların anlamlı bir yerde durmasını savunarak geldi. Sizin işaret ettiğiniz İslamcı siyaset veya İslam’ı referans alan, o alan üzerinden kendini tanımlayan yapı, sağın içerisinde dün ayrı bir yerde duruyordu. Refah Partisi, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi örneğinde olduğu gibi. Sağ, ezanı, camiyi anlamlı gördü, kutsadı fakat bunu siyasetinin belirleyici, birinci öğesi olarak hiç ön plana çıkarmadı. Böyle olunca, 2002’de AKP bir siyasal parti gibi toplumun önüne konuldu ve böyle bir algı oluşturuldu. Oysa biraz gerilere gittiğimizde AKP’nin bir partiden ziyade, bir proje olduğunu görüyoruz. Peki, bu projeyi tarihi süreç içinde nereyle irtibatlandırabiliriz diye baktığımızda, çok daha gerilere gitmek mümkün ama asgari 1. Meclis’teki 2. Grup’la örtüştüğünü görüyoruz. 2. Grubun belirgin özellikleri şunlardı: Lozan karşıtıydı, örtülü olarak Sevr yanlısıydı, hilafet yanlısıydı, hatta mandacılığı örtülü bir şekilde arzulayan bir kadroydu. Gerçi, 1. Meclis’teki 2. Grup Kurtuluş Savaşı’nda, 1. Meclis’in oluşturulmasında emeği olan kıymetli insanların da olduğu bir gruptu. AKP kadrolarının bu isimlerle mukayesesi bu isimlere de haksızlık olur ama yönelimleri açısından, dünyaya bakışları açısından AKP’nin 1. Meclis’teki 2. Grubun devamı olduğunu görmemiz mümkün. Çok ilginç gelecektir. 2. Grubun meclise verdiği kanun tekliflerinden birisi de askeri okulların kapatılmasıdır. Okulların kapatılma kararı 15 Temmuz sonrası önümüze geldi. Böyle benzerlikler var.
- Kimin projesi?
2. Grubun arkasında olan o gün ABD’ydi. ABD Dışişleri Bakanı Condelizza Rice, 2002 yılında, Büyük Ortadoğu Projesi diye, bizim de içinde olduğumuz, Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 ülkenin sınırlarının, rejimlerinin değişeceği projenin eşbaşkanı olduğunu söylemişti. Sayın Cumhurbaşkanı da bunu övünerek söylemişti. Böyle bakınca, 2. Grubun arkasındaki ABD gölgesinin 2002’deki AKP projesinin de arkasında olduğu görülüyor.
- Ama bugün itibariyle AKP’nin ABD ile ilişkileri farklılık da arz etmiyor mu?
Biz tabii zaman zaman bu projenin müellifi ile projenin aktörleri arasında bir tür iyi polis kötü polis fotoğrafı gördük.
- Sizce devam ediyor mu bu proje?
Bence devam ediyor. Özellikle başkanlık tartışmasının önümüze getirilmesinin arkasında başat olanın, Türkiye’nin federatif bir yapıya evrilmesi ile ilgili bir çalışma olduğu kanaatindeyim. Hal böyle olunca, bizim önümüzde 16 Nisan’da Sevr ile Lozan üzerinden bir tercih yapma durumu söz konusu. 16 Nisan’da yapılacak oylama, federatif yapının cümle kapısıdır, giriş kapısıdır. Burada net bir şey vardır. Mevcut Anayasamızda egemenlik Türk milletindedir. Türk milleti egemenlik hakkını TBMM ve o Meclis’ten çıkan icra eliyle, hükümet eliyle ve devlet organizasyonundaki kurumlar eliyle kullanır. Bizim şimdi 16 Nisan’da cevabını vermemiz gereken hal, o metindeki soru, Türk milletinin egemenlik hakkını bir kişiye teslim edip etmeyeceğidir. Bunun altını özellikle çiziyorum. Muhtemeldir ki, buradan ‘evet’ çıkarsa, ikinci soru kapımıza gelip dayanacaktır. Egemen millet kim?
- Türk milleti denilmeyecek mi bu sorunun yanıtı olarak?
Bunu yaklaşık 15 yıldır Sayın Cumhurbaşkanı’nın ağzından duymadık. 36 etnik kökenden başladı, son 1-2 aydır da ümmet ve İbrahimi millet gibi bir tanımlamayı ifade etmeye başladı.
- Millet gidecek ümmet mi gelecek?
Federatif bir yapıda egemen millet unsuru ortadan kalkar. Federasyonun özelliği budur zaten. Öyle olunca, o federatif yapıyı tanımlamak için, federatif yapının içinde bulunması gereken toplulukları içine alan bir yeni tanımlamaya ihtiyaç var.