Çöken Cumhurbaşkanlığı değil devlettir!
Sayın Cumhurbaşkanı “Cumhurbaşkanlığı çökmüştür” diyor. Eğer çöktüyse de bu onun sayesinde olmuştur. Daha önce de yine Cumhurbaşkanı, “parlamenter sistem bekleme odasındadır” demişti. Mevcut Anayasaya göre Cumhurbaşkanı tarafsızdır, devletin birliğini ve bütünlüğünü temsil eder. Oy istemek, siyaset yapmak, muhalefet liderleriyle polemiklere girmek cumhurbaşkanının değil siyasi partilerin işidir.
Yasalar “kanun lafzıyla ve ruhuyla meridir” der. Yürürlükteki anayasayı ve yasaları yok saymak, görmezlikten gelmek ya da çiğnemek hukuksuzluğun alametidir. Bugün Türkiye’de ülkenin mevcut anayasasına göre davranan bir cumhurbaşkanı yoktur!
Anayasal demokratik bir ülkede siyasi ihtiyaçlara göre mahkemeler, yargıçlar ve adalet inşa edilemez! Zira herkes kendisi için, adalet herkes içindir. Siyasi rakiplerini ya da muhaliflerini düşman ilan ederek, onlar için “yaşasın zulüm” demenin anayasal hukuk sisteminde yeri yoktur.
Demokratik devletlerde kişilere özgü yasalar çıkarılamaz, siyasi aidiyetlere uygun mahkemeler kurulamaz ve iktidarın ihtiyaçlarına uygun yargılama yapılamaz!
AKP iktidarı on iki yıldır kurum, kuruluş ve kavram yıkıcılığı yapmaktadır. Bu yıkım en fazla hukuk ve anayasal kurumlarda gerçekleştirilmiştir.
Hatırlayalım, bir Deniz Feneri Davası vardı. İktidarla ilişkili olan kişiler, bu davalardan yargılanıyordu. Bu mahkemenin yargıçları uydurulmuş iddialarla yargılatıldı. Yargılanan yargıçlar sonunda beraat etti. Beraat ettikleriyle kaldı.
Bu durum, iktidar mensuplarının ya da yakınlarının yaptıkları yolsuzluklar, işlediği suçlar ve çiğnediği yasalardan dolayı yargılanmasının mümkün olmadığını ortaya koymuştur.
Nitekim iktidar yanlılarına yönelik olarak 25 Aralık’ta yürütülen rüşvet operasyonunun dalgası sırasında ilgili yargıç gözaltı emri vermesine karşın emniyet görevlileri, bu emri yerine getirmemiştir.
Bu tamamen iktidarın baskısı sonucu gerçekleşmiştir. İktidar, gücüne dayanarak kurum, ilke ve yasa dinlemediğini bu ve benzeri icraatıyla ortaya koymuş oluyor.
Son olarak yaşanan tahliye krizi de başlı başına bir hukuk faciasıdır. Önce Sulh Ceza Hâkimi “Asliye Ceza Mahkemesi yetkilidir” diye bir karar veriyor. Sonra Ağır Ceza Mahkemesi, “Asliye Ceza Mahkemesi görevli ve yetkilidir” şeklinde başka bir karar veriyor. Son olarak da 29 Asliye Ceza Mahkemesi reddi hâkim kararı veriyor.
İş tahliye konusuna gelince de şöyle bir durum ortaya çıkıyor: 6545 sayılı kanunun 5235 sayılı kanununun 10. maddesinde yapılan değişiklikle soruşturma aşamasındaki tahliye talepleri konusunda yetki Sulh Ceza Hâkimliklerine verilmiştir. Bu düzenlemeye rağmen Asliye Ceza Hâkiminin yapılan görevlendirme ile tahliye kararı veriyor.
Konu tartışmalıdır ancak Asliye Ceza Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararı da Yargıtay’ca bozulmadıkça hukuken geçerlidir. Cumhuriyet Savcısı sadece mahkeme kararını uygulamakla yükümlüdür.
İşin en garip yanı da kararı veren hâkimlerin “örgüt üyesi” suçlamasıyla önce görevlerinden uzaklaştırılması sonra da tutuklanmasıdır. Eski Genelkurmay Başkanı da “örgüt üyesi” diye tutuklanmıştı!
Sonuçta Türkiye; polisle polisin, yargıçla yargıcın, yasayla yasanın böylesine karşı karşıya geldiği bir dönemi daha önce hiç yaşamamıştı. Bir ülke düşünün ki zaman içinde yargıç sanık, sanık yargıç, suçlanan suçlayan, haksız haklı hale geliyor. Dünün dostları bugün birbirlerini düşman ilan ediyor. ’Kahraman polisler, kahrolası polisler’haline geliyor. Hasret ağıtları, beddualarla yer değişiyor.
Bir yerde dost ile düşman, adalet ile zalimlik, hainlik ile kahramanlık sıfatları zaman içinde birbirine dönüşüyorsa orada gerçek anlamda dostluk, adalet ve kahramanlık yoktur; zamanın dönüşümü vardır. Böyle bir yerde herkesin haklı olmasının da hain ilan edilmesinin de bir zamanı vardır.
İktidar uygulamalarına, mahkemeler arasındaki karmaşaya ve verilen kararlara bakınca devletin çivisinin çıktığı görülüyor. Çöken ‘Cumhurbaşkanlığı’ değil devletin bizzat kendisidir!