AKP’nin ilk kuruluş yıllarında çıkardığı haftalık Yörünge dergisiyle, Fazilet Partisi’nden kopan “yenilikçi” hareketin AKP’de saf tutmasında önemli rol oynayan, eski AKP Tokat Milletvekili, Resul Tosun, “Önce bu tarikat ve cemaatler üzerindeki kanuni yasak kaldırılmalı ve birer sivil toplum örgütü oldukları resmen kabul edilmelidir. / Gizli yapılanmalara izin verilmemelidir.” dedikten sonra şöyle devam etti:
“Sonra da bunları kontrol edecek bir dini otorite olarak siyaset üstü bağımsız yetkin ilahiyatçılardan bir anayasal kurul oluşturulmalıdır.
Bu kurul cemaat liderliği tarikat şeyhliği ve idaresi gibi konularda denetim yapmalı, îtikâdî konulardaki sapmaları ikaz etmelidir.
Bunları okuyan kimilerinin laik ülkede böyle kurul olmaz dediklerini duyar gibiyim.
Doğrudur ama Diyanet İşleri Başkanı’nı siyasi idarenin atadığı ve din işlerinin devlet kontrolünde olduğu bir ülke laik midir!
Laiklik maalesef dindarları sindirmek için bir silah olarak kullanılmıştır.
Müslüman toplumun anayasası toplumun ihtiyaçlarını karşılamalıdır.
Aslında yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. Lakin mecliste mutabakat sağlanamadığı için yeniden yazılamadı.
Hiç değilse, darbecilerin dayattığı anayasanın önsözü yeniden yazılmalı,174. Madde gözden geçirilmeli, 2. madde ıslah edilmeli ve dini cemaatleri kontrol edecek bir kurula anayasal statü kazandırılmalıdır!
Nasıl mı? / Tartışılsın!”
ATATÜRK TEKKELER VE ‘DİN SÖMÜRÜSÜ’ HAKKINDA NE DEMİŞTİ?
Mustafa Kemal Atatürk özellikle Nutuk’ta, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, halifeliğin kaldırılmasın karşı çıkan Şükrü Hoca arkadaşlarına karşı, din konusunda halifelik ve dini anlama konusunda Nutuk’ta şunları söyler:
“Halife ismindeki hükümdar, dünya yüzündeki üç yüz milyon ehli İslâm arasında adaleti devamlı kılacak, kamu haklarını gözetecek, emniyet ve asayişi ihlal edecek hadiselere mâni olacak, ehl-i İslâma başka ümmetler tarafından yapılması muhtemel tecavüzlere set çekecekti. İslâm camiasının iyileşmesini temine hizmet edecek medeniyet ve imar vasıtalarını hazırlamakla mükellef bulunacaktı.
Muhterem efendiler, bu kadar cahil ve cihanın ahval ve hakikatlerinden bu derece habersiz Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi aldatmak için İslâm hükümleri diye yayımladıkları safsataların esasen tekrara değeri yoktur. Fakat, bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi milletlerin cehaletinden ve taassubundan istifade ederek bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizim bu zeminde söz söylememiz ihtiyacını, ne yazık ki, henüz ortadan kaldırmıyor. İnsanlıkta din hakkındaki hisler ve bilgiler her türlü hurafelerden sıyrılarak hakiki ilim ve fenlerin nurlarıyla saf ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır.
Şükrü Hocaların ne kadar manasız, mantıksız ve icra kabiliyetinden mahrum fikir ve hükümler savurduklarını anlamamak için, cidden Hoca Efendi gibi Allahlık denilen mahlûkattan olmak lâzımdır.
Halife ve hilafetin sultasının, onların dediği gibi, bütün dünya Müslümanlarını kapsaması lâzım gelince, bütün mevcudiyetini ve kuvvet kaynaklarını halifenin emir ve yasaklarına hasretmekle Türkiye halkının omuzlarına yüklenecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lâzım gelmez miydi?
Onların ileri sürdükleri icaplara ve hükümlere göre, halife namında hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Ye men, Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısaca dünyanın her tarafındaki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde söz sahibi olacaktı.
Bu hayalin hiçbir vakit tahakkuk etmemiş olduğu malumdur. İslâm cemaatlerinin birbirinden tamamen ayrı maksatlarla ayrıldıkları, Emevîlerin Endülüs'te, Alevîlerin Mağrip'te, Fatımilerin Mısır'da, Abbasilerin Bağdat'ta birer hilafet, yani saltanat kurdukları ve hatta Endülüs'te her bin kişilik bir cematin ‘bir emirülmüminini ile bir minberi’ olduğu Hoca Şükrü imzalı kitapçıkta dahi zikrolunmaktadır.”
‘TEKKELER VE ZAVİYELER BİRER HURAFE MERKEZİ İDİ’
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’un sonra tekkeler ve zaviyelerin kapatılmasına dair de şöyle der:
“Efendiler, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık vb. gibi birtakım unvanların yasaklanması ve ilgası da Takrir-i Sükûn Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icraat ve tatbikat, toplumumuzun hurafeperest, ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından ne kadar elzem idi, bu, takdir olunur.
Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan meydana gelen bir kütleye, medenî bir millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin hakikî mahiyetini yanlış manada gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve müesseseler, Yeni Türkiye devletinde, Türk Cumhuriyeti'nde devam ettirilmeli miydi? Buna ehemmiyet vermemek, ilerleme ve yenileşme namına, en büyük ve telafi edilemez hata olmaz mıydı? İşte biz, Takrir-i Sükûn Kanunu'nun yürürlükte olmasından istifade ettik ise, bu tarihi hatayı işlememek için, milletimizin alnını olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Ortaçağ zihniyetinde olmadığını ispat etmek için istifade ettik.”
DEĞİŞTİRİLMESİ İSTENEN ANAYSA’NIN ÖNSÖZÜ
Resul Tosun’un değiştirilmesini istediği Anayasa’nın önsözü:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda; Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde; Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu; (Değişik: 3/10/2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu; FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
Değiştirilmesi istenen Anayasa’nın 174. maddesi
Anayasa’nın 174. maddesi “İnkılâp kanunlarının korunması”dairdir:
“MADDE 174- Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:
1. 3 Mart 1340 (1924) tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;
2. 25 Teşrinisâni 1341 (1925) tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında Kanun;
3. 30 Teşrinisâni 1341 (1925) tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun;
4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmü;
5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun;
6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun;
7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;
8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.”