Cemaat.. tarikat.. devlet.. siyâset.. iktidar.. güç...
Abdülhâkîm Arvasî'ye tarikatlerin kapatılması sorulduğunda şöyle cevap veriyor:
"Siz kapatmasaydınız da onlar kapanacaktı, çünkü zâten tefessüh etmişlerdi..."
Evet...
Gâliba asıl mesele onların içten içe tefessüh etmeleri, yâni çürümeleriydi...
"Siz kapatmasaydınız da onlar kapanacaktı, çünkü zâten tefessüh etmişlerdi..." cümlesinin üzerinden neredeyse yüz yıla yakın zaman geçti...
Ne değişti?
Hiç...
Tek parti döneminde taşraya sürülen, küçülen, gizlenen tarikat ve cemaatler, Demokrat Parti iktidârıyle birlikte şehirlere, özellikle İstanbul'a geri döndüler... "Siz isterseniz hilâfeti bile getirirsiniz" diyebilecek bir Başbakanları vardı artık, siyâsî hayatının son demlerinde dedi de...
Arkalarına aldıkları siyâsî güç ile konumlarını tahkim ettiler...
Zamanla siyâseti beslemeye başladılar. Karşılıklı takılan serum hortumlarıyla bağlandılar siyâset ile birbirine, birbirini beslediler...
Aslına bakılırsa, tefessüh ettikleri yerden başladılar tekrar, yani çürüdükleri yerden...
"Nurlu Süleyman" dediler Süleyman Demirel'i beslediler...
"Halife" dediler, Necmeddin Erbakan'ı beslediler...
"Talebemiz" dediler, Özal'ı beslediler...
Karşılığında büyüdüler... Dünya karşısında küçülerek, kalplerde büyümeleri gerekirken, küçücük mekânlardan taşarak kalplere sığmaları gerekirken, toplamak değil, varlık sebepleri dağıtmak olması lâzım gelirken, yolda-izde kalana, hasta olana, borçlu olana, şifâ arayana, hikmet arayana, aş arayana hiçbir ayırım yapmaksızın, hangi dindendir diye bile merak etmeksizin devâ olması lâzım gelenler, gettolara dönüştüler... Vakıflara, derneklere, cemaatlere, kendinden başkasını tanımayan güç sâhibi gettolara dönüştüler... Bir Orta Çağ kilisesi gibi tartışılmaz oldular...
Ve...
Yine, besledikleri, insan fideliği vazifesi gördükleri 'millî görüş' geleneğinin içinden çıkarak, "Ben değiştim, millî görüş gömleğimi çıkardım" diyerek iktidar olan AKP ve Tayyip Erdoğan ile birlikte siyâsetin ve gücün zirvelerine tırmanmaya başladılar...
Tırmandılar da...
Yükseklerde rüzgâr sert esermiş, o sert rüzgârlara birlikte yakalandı, siyaset ve cemaat...
Menfaatler her şeyin önüne geçti ve savaş çıktı...
"Bir şehirde iki şehriyâr olmaz" diyor ya Mustafa Çalık...
Bir devlette iki şehriyâr olamadı, olmazdı da...
Siyâset "ne istediniz de vermedik" dedi, cemaat, "her şeyi istiyoruz" dedi...
Bu iki günahın arasında iki günahkâr olarak kaldılar, birbirlerinin günah keçileri oldular...
Gülden terâzilerde gül tartması gerekenler devleti tartmaya kalktı, ağırlıkları yetmedi...
Fırat'ın kenarındaki koyundan sorumlu olanlar, emânet nâmuslarını kaybetti, beyt'ül mala musallat oldular, kaybettirdiler... Dine dâir her ne kadar değer var ise yerle bir ettiler, adâlet en başta olmak üzere... 'Müslüman kendinden emîn olunan insandır' düsturunun tüm tedâilerini yok ettiler...
Küpün içindekiler fenâ sızdı dışarıya...
Kanalizasyon borusunun patlaması gibiydi...
Ve Türkiye'de ölen Müslüman karakteri oldu.. dindar vasfı oldu.. mütedeyyin vasfı oldu...
Bundan gerû dine dâir değerler skalasıyla siyâset yapmak imkânsızlaştı...
Bu on iki yıllık musibetten kurtulunca, geleceğin Türkiye'sinde bu dönemin muhasebesini yapacak ve bu muhasebeyle öncelikli ve olmazsa olmaz ilkesi 'adâlet' olan bir siyaset vâr olacak... Dini alt kültürler, mezhepler, cemaatler, tarikatlar, vakıflar siyâseti etkileyen / besleyen ve siyâsetten beslenen unsurlar olmaktan çıkacak. Ya varlık sebepleriyle iştigâl edecekler ya da devlete tesirlerinin ne pahasına olursa olsun önüne geçilecek. Devletin vatandaşı karşısında bir dinî alt kültür kimliği asla olmayacak... Devletin vatandaşa bakacağı tek bakış açısı, hangi kültürden olursa olsun 'eşref-i mahlûkat' olacak.
Vatanın ekmeğine kan doğrayan, milletin birliğine kast eden, kandan medet uman ve beslenenler hâriç, onların yeri toprağın üstü değil, altı olacak...