Canavar
Uykuyla uyanıklık arasında bocalayıp duruyordu. Aslında uykusunu alamamıştı ve uyumak istiyordu. Fakat beynini kemiren düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordu. Düşünceler mi demeli, yoksa bir takım hayaller, görüntüler mi? Bir canavar silueti beliriyordu gözlerinin önünde birden. Canavar büyüyor, büyüyordu. Büyüdükçe kaşları gözlerinden, kaşları birbirinden uzaklaşıyordu. Büyüdükçe bıyıkları mısır püskülüne dönüşüyor; fakat onlardan daha hızlı büyüyen azı dişleri püsküllerin arasından keskin birer balta gibi sivriliyordu.
Canavarın görüntüsünden çok sesi rahatsız ediyordu. Çünkü ses, uygunsuz ve düzensiz sıçramalarla kulaklarını sağır edecek hâle gelmişti. Sanki onlarca tır birbirine girmişti.
Canavarın söyledikleriyse sabır sınırını çoktan aşmıştı. Kutsal bildiği her şeye saldırıyordu canavar. Diliyle eziyor, dişleriyle eziyor, sonra tükürüyor, daha sonra ayaklarıyla çiğniyordu.
Önce çocukluğundaki kutsala saldırmıştı. Doğruydu, çalışkandı, küçüklerini seviyor, büyüklerini sayıyordu. Doğru bildiği, kutsal bildiği şeyler için kendini bile feda edebilirdi. Edebilirdi ama işte bu masum duygular canavarın dişleri arasında sıkıştırılmış ve sonra bir pislik gibi tükürülmüştü.
O güzel çocukluk ve gençlik günlerini hatırladı. Sanki bir daha hiç ele geçmeyecekmiş gibiydi o masum heyecanlar. Elinde ay yıldızlı bayrak vardı; “Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa” yı söylüyordu. Öğretmenlerini takip ediyorlar, tatlı bir heyecanla trampet çalıyorlardı. Geniş bir alana geldiler ve hareketlerine değişik şekiller vererek büyüklerinin gözlerine girdiler.
Canavar yine görünmüştü; cehennem kazmasına benzeyen tırnaklarıyla küçücük kâğıt bayraklarımızı buruşturup atıyordu. Trampetlerimiz delinmiş ve her biri bir tarafa savrulmuştu. Canavar, yavrukurtmuş bunlar deyip çıngıraklı kahkahalar atıyordu.
Ekranlar sadece canavarı gösteriyordu artık. Evlerin köşelerindeki, duvarlarındaki ekranlar; beyinlerin cidarlarına yerleştirilmiş ekranlar hepsi birer canavar posteri olmuştu. Canavar, beyinleri avuçlarına almış eziyordu.
Beyinler yamyassı oldu; pelür kâğıt inceliğinde bir biçim aldı, üflenilse dağılacaktı.
Beynini kurtarmak ve uyumak istedi. Aslında isteyip istemediğinden de emin olamadı. İstemek, arzu, ülkü, bunlar da kutsalları arasında mı idi, hatırlayamadı. Sanki bir güç, canavarca bir güç, belki de başka dünyalardan gelmiş olan bir güç beynini ezmiş, inceltmiş ve esir almıştı.
Beyninin hükmedemediği gözleriyle parmaklarına son bir defa baktı. Sondan ikinci parmağında altın bir yüzük vardı. Sihirli miydi neydi? Sanki beynine tahakküm eden canavar yüzükten çıkmıştı. Belki de o öyle hissetmişti. Öyleyse altın yüzüğü çıkarıp atmalıydı. Uykuya daldığında galiba yüzüğü de parmağından çıkarmıştı.