Fotoğraflar ve metin: Hasan Çekiç / misak.millidusunce.com
Milli Düşünce Merkezi'nin 11 Ekim'de gerçekleştirilen Bilgi Şöleni'ne geniş katılım sağlandı.
Şölen'e Misvak'ın davetlisi olarak katılan 23. dönem milletvekili Reha Çamuroğlu, Alevilikle ilgili konuşma yaptı.
Türkmenlere Türkiye ve İran'da gereken değerin verilmediğini ifade eden Çamuroğlu, şöyle konuştu:
Göçebelik ve yazı: Ölüye varmayız, diriye varırız
Göçebelik ve konar-göçerliği anlamadan, yani eski Türklerin yaşam biçimlerini anlamadan Aleviliği anlamak pek mümkün değildir. Göçebelikle konar-göçerlik farklı şeylerdir. Göçebelik, sürekli bir göç halidir. Konar-göçerler kısmi tarım da yaparlar, Göçebeler sadece hayvancılık yaparlar. Hayvanlar sürekli meralar, yani taze otlar isterler. Bu kültürlerinin de farklılığına yansır. Göçebelikte, bildiğiniz gibi yazı yoktur, yazılı kültür yoktur. Sözlü kültür vardır. Bilgiler, -marifet denir buna-, marifet sözle aktarılır. Tecrübe sözle aktarılır. Göçebe için yazı, -tabiri maruz görün- biraz da şeytan işidir. Çünkü yazı, söz gibi karinesini beraberinde getirmez. Yani söz gibi konuşulduğu anı anlatmaz. Şimdi sizinle konuşuyoruz ve bunun hangi ortamda hangi zaman içinde olduğunu hepimiz biliyoruz farkındayız. MİSAK’ın davetlisi olarak Milli Düşünce Merkezi’ndeyiz ve Alevilik konusunu konuşuyoruz. Fakat yazı böyle değildir. Yazı, ölmüş olanların da fikirlerini taşır. Yazı donmuştur, donuktur. Safeviler’de göreceğimiz, “ölüye varmayız diriye varırız” sözünün de aslında bununla çok yakından ilişkisi vardır.
Moğolların, Hülagü’nün, göçebe imparatorluğu Bağdat’ı ele geçirdiğinde, meşhur Bağdat Kütüphanesi’ni yakması basit bir barbarlık olayı değildir. Onun bir mantığı vardır. Tarihte aslında her davranışın bir mantığı vardır. Göçebe Moğollar, yazıyı ve yazının toparlandığı kütüphaneleri ölü medeniyetlerin cesetleri gibi algılarlar ve bu mantıkla kütüphane yakarlar.
Devleti kuran göçebe
Göçebeler, kabile halinde yaşarlar. İçlerinden güçlü liderler çıktığında– Çağrı Bey gibi, Tuğrul Bey gibi, Cengiz Han gibi– kabileler federasyonu oluşur. Kabileler genellikle kan bağı üzerine kurulur. Bazen de kan bağı icat edilir. Aslında kan bağı olmayan bazı gruplar birbirlerini akraba olarak tanırlar ve kan bağı üzerine bir birlik kurulur. Kabile budur. Kabile federasyonu birçok kabilenin birleşmesinden oluşur. Cengiz Han İmparatorluğu da, Büyük Selçuklu İmparatorluğu da, başlangıçta birer kabile federasyonudur. Kabilelerin, İbn Haldun’un çok iyi belirttiği gibi kan bağına dayanan bir asabiyesi vardır. Asabiye ne demektir? Asabiye, birbirine çok bağlı olmak ve birbirine çok bağlı olmayı bir dava haline getirmek, kızıl elma haline getirmek demektir. Bu asabiye, çok güçlü tezahürler ortaya koyar. Mesela Şah İsmail’in 7 bin kişilik ordusuyla, 30 bin kişilik Akkoyunlu ordusunu yok etmesi gibi. Ya da Moğolların, Kösedağ Savaşı’nda 30 bin kişilik bir orduyla 200 bin kişilik Selçuklu ordusunu darmadağın etmesi gibi. Bu örnekleri özellikle veriyorum, kabile asabiyesi hayata geçtiğinde, çok ciddi siyasi ve askeri sonuçlar doğurur. Mesela Tarık Bin Ziyad’ın 10 bin kişi ile Avrupa’nın göbeğine girmesi gibi…
Ordu millet
Göçebelerde ve konar-göçerlerde herkes savaşçıdır. Kadın erkek herkes savaşçıdır… Toplumda silah taşıma yetkisi olan ayrı bir grup yoktur. Herkesin silah taşıma yetkisi vardır. Göçebelerden ve konar-göçerlerden söz ederken başları dik ve çok gururlu insanlardan bahsetmekteyiz. Bugün hala Türkmen ve Yörüklerde bunun pek çok işaretine rastlarız. Özellikle konar-göçer ve göçebe Türklere, Türkmen, “men” eki sıkı Türk, sağlam Türk anlamını verir Türk’e.
Göçebeler ve konar-göçerler, devlet kurmaya çok uygun gruplardır. Çünkü devlet kurmak çok zor bir iştir. Devlet kurmak çok tehlikeli bir iştir. Ve bunun altından göçebe dinamizmi gelebilir. Osmanlı Beyliği, göçebe dinamizmi ile kurulmuştur. Selçuklu İmparatorluğu göçebe dinamizmi ile kurulmuştur. Safevi Devleti, -ki 300 sene gibi bir süre İran’a ve Afganistan’ın belli bir bölgesine, Irak’ın çoğuna hükmetmiştir- göçebe dinamizmi ile kurulmuştur.
“Devleti kuran balta içeri alınmaz”
Fakat İbn Haldun’un belirttiği gibi, devlet kurmakta çok etkili olan, çok önemli olan bu göçebe dinamizmi, devlet yönetmekte pek o kadar başarılı değildir. Devlet kurulduktan sonra göçebeler kurulan devletle uyumsuzluk yaşamaya başlarlar. Çünkü devlet kayıt demektir. Devlet yazı demektir. Devlet tapu demektir. Devlet hukuk demektir. Ve sonra görürüz ki Oğuz Türkleri, Sultan Sencer’i esir edip kafeste dolaştırırlar. Sonra görürüz ki Anadolu’nun Yörükleri, Türkmenleri, Osmanlı’ya ayaklanırlar. Sonra görürüz ki, Safevileri kuran Türkmenler, Safeviler’e karşı ayaklanırlar. Şimdi burada Aleviliğin bir ayağına işaret ettim. Göçebelik ve Konar-Göçerlik, bunların kültürleri, bunların yaşam biçimleri…
İkinci ayağı nedir Aleviliğin? İkinci dönemde ortaya çıkar. Birinci dönemde biz kimleri tanırız? Şahsen bu döneme ben Alevilik öncesi dönem adını vermekten yanayım. Burada kimi tanırız? Yunus Emre’yi tanırız. Abdal Musa’yı tanırız. Kaygusuz Abdal’ı tanırız. Hacı Bektaş-ı Veli’yi tanırız. Otman Baba’yı tanırız. Geyikli Baba’yı tanırız. Pek çok Alevilik öncesi Alevi ereni’ni tanırız. Bunların ortak bir özelliği vardır. Bunların hepsi göçebe kültürüyle iç içedir. Burada bir konuyu belirtmekte yarar var, mesela Orhan Bey, Otman Baba’ya kendisi “müteşerri değildir” diye rakı hediye gönderir, fıçılarca… Gayri-müteşerri, şeriatın dışında uygulamalara sahip demektir. Ama aynı zamanda fermanında, -düşünün daha Osmanlı Beyliği’nin başları- sürekli gözetlensin der. Bunların ne yapacağı çok belli olmaz der. Bu “müteşerri” olmaması kadar göçebe olmasıyla, göçebelerle iç içe olmasıyla da bağlantılıdır.
Azeri yoktur, Türk vardır
İlkokulda bize şöyle öğretmişlerdir: Kavimler göçü ile Orta Asya’dan geliriz, batıya göç ederiz. Bu bizim zihnimizde şöyle bir şey yaratmıştır; Türk doğudan batıya göç eder. Hayır! Tarihte çok fazla batıdan doğuya göç eden Türk de vardır. Bunu görmemiz lazım. 18. Yüzyılda bile batıdan doğuya göçen Türk kabileleri vardır, Türk boyları vardır. Köroğlu Destanı, Köroğlu’nun bağrında doğduğu günlerde, Tebriz sokaklarında sazla çalınmaktadır. Yani zamandaş olarak. Düşünün bu kadar bir kültürel iç içe geçiş var. Yani uydu antenler yok, elektronik yok, televizyon yok, fakat burada Köroğlu Destanı çıktıktan birkaç ay sonra Tebriz’de sokaklarda çalınmaktadır. En son Tebriz’e 2006 yılında gitmiştim. Çok açık şöyle derlerdi, bize niye Azeri diyorsunuz biz Türküz. Her yerde bu uyarı ile karşılaşırdık. Azeri isminin üzerinde çok tartışma vardır. Azeri ismi ne zaman bir millet adına dönüşmüştür? O çok tartışmalı bir meseledir. Mesela Stalin’in bu konuda ne kadar rolü olmuştur?
Bekaşilik, Alevilik, akıncılık, yeniçerilik
Şimdi bu noktada, Bektaşilikle Aleviliğin içi içe geçtiği yerleri çok net olarak verebiliriz. Mesela Yavuz Sultan Selim daha önce II. Bayezıd, Safevilere karşı bir sefer düzenlemek ister. Fakat, Memlüklülerle daha yeni barışıldığı için ve Venediklilerle daha yeni savaştan çıkıldığı için ve en önemlisi Bektaşi Yeniçeriler, Alevi Safevilere karşı savaşmakta pek isteksiz oldukları için, Yavuz Sultan Selim, Çaldıran için sahraya yerleşirken çok şiddetli cezalar uygulamak zorunda kalır. Özellikle akıncı beylerinin, Safevilerle çarpışmasını sağlamak için. Çünkü, Akıncı Beyleri Sarı Saltukların mirasçılarıdır.
Bektaşilikle Akıncıların ve Yeniçerilerin iç içe geçmesini çok çeşitli şekillerde bugün de görmemiz mümkündür. Mesela Hacı Bektaş Dergâhına gidildiğinde orda “aslanlı çeşme” görülür. Dergâhın bahçesinde bir “aslanlı çeşme” vardır. Bu Aslanlı Çeşme’yi dergâha Malkoçoğlu Bâli Bey hediye etmiştir. Fakat ne yazık ki iki Akıncı Bektaşi lideri, Çaldıran Savaşı’nda bizzat Şah İsmail’in kılıcıyla ölürler. Malkoçoğlu Ali Bey’le Malkoçoğlu Bâli Bey. Çok ilginç olaydır Çaldıran.
1498’de Portekizliler Ümit Burnu’nu keşfederek Hindistan’a varmışlardır. Ve o tarihte bizim denizcilerimiz bunlar şeytan mıdır, bunlar buraya nasıl gittiler sorar iken, onlar orda sömürgeciliğe başlamışlardır. Ama İpek yolu üzerindeki Osmanlı-Safevi kavgası bu gerçekliğe rağmen, artık tarihin ve talihin dönmeye başladığının görülmesine rağmen, çok şiddetle sürmüş, iki Türk devleti birbirini perişan etmiştir. Zannediyorum bu Ra’d Suresi’ndedir. ”Bir kavim kendini bozmadan Allah onları bozmaz.” der. Biz bunu çok yaşamış bir milletiz.
Kendimizi bilmemek
Bugün de yok Şii Türkmen, Sünni Türkmen, yok Kızılbaş Türk, yok Sünni Türk üzerinden bir kavga, maalesef yüzlerce yıldır bize yaşatılmaya çalışılıyor. Fakat bunu giderebilmemiz, bunu izale edebilmemiz, birbirimizi tanımaktan geçiyor. Şehirlerde Cem Evleri’nin ortaya çıkmaya başlaması, aslında birbirimizi tanımak yolunda, çok önemli sonuçlar sağlıyor. Bugün pek çok Sünni vatandaşımız, Cem Evleri’ne gidiyor, merakla gidiyor, ilgiyle gidiyor, ne var burada diyor. Aleviler nasıl biridir diye gidiyor. Ve bu tanımaların çok önemli sonuçları oluyor.
Parlamentoda iken 2009 yılında Hacı Bektaş Semah ekibini Belarus’a götürdüm. Belarus’ta Kültür Haftası’nda, Türkiye’yi Hacı Bektaş Semah ekibi temsil etti. O sırada büyükelçi bir hanımdı. Semah dönerken çocuklarımız, –çünkü semah bir dans değildir, folklor değildir, semah bizim itikadımızın ibadetimizin bir parçasıdır- Büyükelçi bana döndü kulağıma dedi ki “ben ilk defa görüyorum”. Büyükelçi o sırada 60 küsur yaşlarında. Yani düşünün, Türkiye’yi temsil ediyor yurt dışında. 60 küsur yaşında semahı ilk defa görüyor. Oysa. bu ülkede milyonlarca insan semah dönüyor.
Semah kursları açıldığında, semahın kursu olur mu diye Aleviler arasında uzun süre tartışılmıştır. Çünkü, deyiş çalarken semah dönülecektir, ayağa kalkar zaten kendi semah dönmeye başlar diye inanç vardır. Bunun öğrenilmesine gerek yoktur. Hareketleri mesela Mevlevi Semahı’nda olduğu gibi yazılı kültürle kodlanmış, sistematize edilmiş değildir. Semahta çok özgür, serbest hareketler vardır. Belli ilkeler vardır. Bir elin Hakk’a bir elin Halk’a dönük olması gibi her dönüşte. Ama mesela, Mevlevilerden farklı olarak iki el de döner, yani, Hakk’a dönen el de Halk’a döner, Halk’a dönük el de tekrar Hakk’a döner. Yani bir el sürekli Hakk’a, bir el sürekli Halk’a değildir. Semahda mürşidin etrafında dönülürken, kişi kendi etrafında döner. Kendini bilmeyen Rabbini bilemez, bunu vurgulamaktır. Mürşid de eksendir, kendisi de eksendir. Mürşid kutuptur, kendi de kutuptur.
Türkiye’de Sünnîlik Eşarî-Selefî çizgiye kayıyor
Bugün Türkiye’de çok çarpıcı gelişmeler var. Türkiye’deki Sünniliğin giderek Henefi,-Maturidi çizgiden uzaklaşıp, Eşari-Selefi bir çizgiye girdiğini, özellikle de yıllarca pompalanan Petro-dolarlara bu sürecin derinleştirildiğini görüyoruz. Biz Aleviler, Hanefi-Maturidilerle yüzlerce yıl birlikte yaşadık. Yüzlerce yıl daha birlikte yaşamaya devam edebiliriz. Ama Eşari ve Selefilerle bu çok zordur. Çok zor olur…
Çocuklara Arap İsimleri Veriliyor
Burada çok ciddi problemlerimiz var. Doğan çocuklara Arap isimleri verildiğini görüyoruz. Durmadan Arap isimli çocuklar görüyoruz. Türkçede olmayan isimler görüyoruz. Ahmed’e, Mehmed’e, Ali’ye, Rıza’ya hiçbir itirazım yok. Bu isimlere hiçbir itirazım yok. Ama Affan, tarihimizde de olmadı, dilimizde de yok, kültürümüzde de yok. Türk ismi değil. Yani, yeni yeni Arapça isimler verildiğini görüyoruz. Özellikle sözlüklerden Arapça isimler aranıp, bulunup konulduğunu görüyoruz. Türkiye’de derin bir Arap hayranlığı yaratıldığını görüyoruz. Araplara Osmanlı’da uzun süre “kavmi necip” denmişti. Ama biraz önce bahsettiğim gibi Türklere de ”etrak-ı bi idrak“. Ne Türkler ” bi idrak“tır ne de Araplar “necip”tir. Bunu görmemiz lazım.
Millet, Millet Deniyor, Milletin Adı Ne?
Millet olma, bir arada yaşama mücadelemiz her gün erozyona uğramaktadır. Dolayısıyla bu noktada milletin adını koymakta da fayda vardır.
Çok sık millet, millet deniyor ama hangi millet? Adı ne bu milletin? Bu milletin adı var, Türk Milleti. Bayrağın adı var Türk Bayrağı. Ha birileri Kürttür, bana ne ya! Kürdüm diyorsa Kürttür ama bizi milletimizin adından utandırmaya çalışıyorlar, problem burada. Oysa ortada bir Türk Milleti var, budur realite, budur gerçek olan.