Bunlar nasıl insan?
Bir ülkeyi yönetenlerin birinci görevi o ülkede asayişi sağlamaktır. Çok sıradan bir cümle ile başladım. Sıradan olduğu için de hiç çarpıcı değil. Belki de sokaklara çıkıp, meydanlara inip durmadan bağırmak gerekiyor. Ey yöneticiler! Birinci göreviniz, ilk ve en temel göreviniz ülkede asayişi sağlamaktır!
Bütün siyaset teorilerinde... Eski siyasetnamelerde, yeni kamu yönetimi anlayışlarında daima belirtilen budur: Bir ülkeyi yönetmek demek, ilk olarak o ülkede asayişi sağlamak demektir. Bunu yapamıyorsanız önce utanırsınız, yüzünüz kızarır. Halkın içine çıkamazsınız, sokaklarda dolaşamazsınız. Sonra da ben bu işi beceremedim deyip özür diler ve oturduğunuz koltukları bırakır gidersiniz.
Benim havsalam almıyor aziz okuyucular. Beynimin içindeki bütün mekanizma birbirine karıştı. Düşünebiliyor musunuz, bir ülkeyi idare etmek üzere seçiliyorsunuz ve her gün dağlarda, ovalarda, şehir merkezlerinde, üniversitelerde silahlı çatışmalar oluyor; bombalar patlıyor, insanlar ölüyor; evler, otobüsler alev alev yanıyor. Ve gün geçtikçe bu olaylar artıyor. Ve seçtiğiniz yöneticiler hiç utanmadığı gibi göğüslerini gere gere meydanlara çıkıp kürsülere kurulup nutuk atıyor. Üstelik her defasında edepten, hayâdan, utanmadan bahsediyorlar. Bunlar nasıl insanlar, ben anlamıyorum. Çok mu safım, çok mu eskilerde kaldım, yeni moda yönetim tarzı bu mu? Birileri bana anlatsın...
Bugün beş şehit. Arkasından kanları yerde kalmayacak nutukları. Yarın on şehit. Yine aynı nutuklar. Bir eşkıya çetesi var ortada. Bir kolu dağlara çıkmış; her gün askerinizi, polisinizi şehit ediyor. Eşkıyanın diğer bir kolu şehirlere inmiş, esnafın kepenklerini kapattırıyor, kapatmayanı ateşe veriyor; otobüslerinizi cayır cayır yakıyor; bilim ve öğretim yapılması gereken üniversitelerinizi savaş meydanına çeviriyor. Ve siz bu ülkeyi yönetenler! Bir parçacık yüzünüz kızarmıyor. Yıllar geçiyor, on yıl aşılıyor ve bulunan çare nedir, biliyor musunuz? Eşkıya çetesinin müebbet hapse mahkûm edilmiş başıyla konuşmak. Ülkeyi terk etmeleri için ondan, çetesine talimat vermesini istemek. Zillet!..
Olabilir mi böyle bir şey? Olamaz ama diyelim ki oldu. Diyelim ki çetenin hapisteki başıyla görüştünüz ve ancak onun talimatıyla eşkıyanın ülkeyi terk etmesini sağladınız. Peki bununla övünç mü duyarsınız, bununla gurur mu duyarsınız; yoksa halkınızın önüne çıkıp onlardan özür dileyerek başka bir yol bulamadım, bizi bağışlayın mı dersiniz?
Reyhanlı’da bombalar patlatılmış, elliden fazla insanımız katledilmiş, şehir harabeye dönmüş. Olayın arkasında kimler olursa olsun; yönetenler bundan sorumlu değil mi? Utanmaları gerekmez mi? Hayır, yine üst perdeden ona buna laf yetiştiriyorlar.
Nasıl insanlar bunlar? Bütün bu zelil durumlara düşmemiş gibi her gün halkın önüne çıkıp muktedir ve muzaffer kumandanlar gibi burunlarını havaya dikip konuşuyorlar. Ona buna laf yetiştiriyorlar. Allah’tan, peygamberden, dinden, manevi değerlerden bahsediyorlar. İçinizde yok olan nedir Allah aşkına? Bir damla mı insaf kalmadı yüreğinizde? Utanma duygusunun bir zerresi bile artık yok mu? Onur, haysiyet, vakar, şeref... Nereye gitti bunlar?
Memleketimin aydınları, sanatçıları, bilim adamları... Sağda solda bir miktar kalmıştır belki. İşleriyle uğraşacaklar, araştıracaklar, yazıp çizecekler... Resim yapacaklar, şarkı besteleyecekler; romanlarda, şiirlerde sevdalarını anlatacaklar. Baharın yerden fışkırttığı fidana, tomurcuğun patlayıp açan enerjisine, tazeliğine, rengine bakıp yaratılışın hikmetini düşünecekler; kalpleri heyecanla vuracak ve bir çiçekten, sadece bir çiçekten bir roman, bir tablo, bir senfonik eser yaratacaklar. Hiçbirinde rahat, huzur, beyin ve ruh dinginliği bırakmadınız ki. Nasıl çıkıyorsunuz insan içine, nasıl dolaşıyorsunuz sokaklarda, nasıl insanlarsınız siz? Yoksa, yoksa... Hiç haberimiz olmadan başka bir gezegenden gelen, insan gibi görünen, fakat insan vasıfları taşımayan bir takım yaratıklar mı bunlar?
Diyelim ki bütün bu olmayacak ihtimallere ben beynimi ve ruhumu uyarladım. Fakat yine de anlayamadığım bir şey var. Milyonlarca insan bunlara nasıl tahammül ediyor, nasıl çıldırmıyor? Yoksa meşhur Çin masalında anlatıldığı gibi herkes aynı sudan mı içti?