Bugün Ulu Önder Atatürk’ün vefatının 86. yıldönümü! Hasan Rıza Soyak'ın kaleminden Atatürk'ün son anları...

Bugün Ulu Önder Atatürk’ün vefatının 86. yıldönümü! Hasan Rıza Soyak'ın kaleminden Atatürk'ün son anları...

Ulu Önder Atatürk’ün ebediyete intikalinin 86. yıldönümünde gazeteci Hayri Köklü, “Atatürk’ü Duygulandıran Anlar/ İki Damla Gözyaşı” adlı kitabıyla Büyük Kurtarıcı’nın vasiyetini gündeme taşıdı.

Tüm malını mülkünü bir kanunla milletine bırakan Atatürk’ün vasiyetiyle ilgili şu değerlendirmesi dikkat çekti:

“Ben gerektiği zaman Türk milletine en büyük hediyem olarak canımı vereceğim. Bugünkü hediyemin, ona vermeyi düşündüğüm asıl hediyenin yanında hiçbir değeri yoktur.”

Atatürk’ün Genel Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak’ın anılarında kaleme aldığı anlar Türkiye tarihi açısından büyük önem taşıyor. Büyük Önder’in son günlerinde yanında bulunan ve vasiyetini yazmasına tanıklık eden Soyak’ın, yazısı 1963 yılında “Hayat Dergisi”nde yayınlanmıştı. Gazeteci yazar Hayri Köklü’nün; “Atatürk’ü Duygulandıran Anlar/ İki Damla Gözyaşı” adıyla yayınladığı kitaptaki o yazı:

VASİYET

Atatürk, vasiyetini hazırlarken gizliliğe büyük önem veriyordu. Gerekli işlemlerin yürütülmesi için Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı görevlendirmişti. Odaya, ev halkına konsültasyon için gelen bir doktor olarak tanıtılan noterle birlikte giren Soyak, hazırladığı müsveddeyi Atatürk’e uzattı. Metni dikkatlice okuyan Atatürk, “Derhal yazalım, kapıyı kapa içeri kimse girmesin.” dedi.
Hasan Rıza Soyak , o anları şöyle anlatıyor: “Açık havalı bir sonbahar sabahı müsaadesini alarak yanına girmiştim. Büyük adam yatağında, başı biraz yüksekte, arkası üstü yatıyordu. Odayı solgun bir güneş kaplamıştı… Yüzü fildişi rengindeydi; çehresi zayıfladıkça, irileşen o güzel mavi gözler denize ve Üsküdar sahiline dalmıştı. Odaya girdiğimi hissedince başını bana doğru çevirdi; yatağın ayak tarafından bir yer göstererek oturmamı işaret etti ve her zamanki sualini tekrar etti: ‘Ne haber?’

Son 24 saat zarfında günün iç ve dış meselelerine dair haberleri hülasa ettim; düşünceli ve heyecanlı görünüyordu. Buna rağmen, bilhassa görüşünü teyit eder mahiyette olan dış haberi dikkatle dinledi; bu haberle ilgili bazı şeyler sordu ve kısa mütalaalarını söyledi.

Maruzatım bitince, sağ elini bana doğru uzattı; doktorlar kati lüzum olmadıkça kuvvet sarf etmesini menettikleri için hareketlerine yardım ediyorduk; elini tuttum, doğruldu; yatağın içinde bağdaş kurarak oturdu. Birkaç dakika gene denize ve karşı kıyılara baktı; belliydi ki heyecanını yenmeye çalışıyordu. Gözlerini bana çevirdiği zaman, uzun kirpiklerinin ıslandığını fark ettim. Bütün hastalığı boyunca benim yaımda gösterdiği yegâne zaaf- eğer bu ulvi sükûnete zaaf demek caizse- bu idi, sonra başını öne eğdi ve ağır ağır konuşmaya başladı:

‘Bu yolda konuşmak, benim için de senin için de ağır bir şey; ama başka çaremiz yoktur, konuşmaya mecburuz çocuk!... Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bir de bunun için bir de hususi kanun çıkarılmıştı: şu vasiyetname meselesi… Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Nasıl olsa bir gün karnımdan su alınacaktır ne olur ne olmaz barsaklardan biri delinebilir, başka bir arıza olabilir, herhalde ihtiyatlı olalım.’ dedi.

İçimden yumak gibi bir şey kabarıp, boğazımı tıkadı, güçlükle cevap verdim: ‘Emrinizi, sırf öteden beri düşündüğümüz bir şey olmak itibariyle dinliyorum; gerçekten buna şimdi de hiç lüzum yoktur. Yapılacak şey gayet basit ameliyedir; buyurduğunuz tehlike katiyen varit değildir.’
Ben konuşurken o, heyecanını tamamen yenmiş, kendine tamamen hâkim olmuştu.

- Her ne ise dedi. Şimdi lüzum münakaşasını bırakalım da bunu behemehâl yapalım…

“Atatürk, malını mülkünü hepsini bir kanunla milletine bıraktığı zaman Başbakan’a yazdığı telgrafta şöyle demişti: ‘Ben gerektiği zaman Türk milletine en büyük hediyem olarak canımı vereceğim. Bugünkü hediyemin, ona vermesini düşündüğüm asıl hediyenin yanında hiçbir değeri yoktur.’
Atatürk bu son sözleri dikte ettirirken, kendini tutamamış, sesi çatallaşmağa, gözleri yaşarmağa başlamıştı. “