Bu yazıyı kaç kişi okuyacak, bilmiyorum
Bugün, tevekkülün şifrelerinden bahsetmek istiyoruz. Nevruzu bahane eden PKK kımıldayan her şeye “Türk görmüş Nazi” gözü dönmüşlüğü ile saldırır, ülke, AKP’nin kapatılmasından, “Ergenekon Operasyonuna” kadar, istikbalinin şifreleri ile bir cehennem gibi kaynarken, “Niçin tevekkülün şifreleri” diyen dostlarımız olacaktır.
Biz o dostlar için, “Siz de haklısınız” diyerek konuya girelim.
Tevekkül, Yunus’un ifadesi ile, yaratılanı hoş görmektir, Yaratandan ötürü.
İnsanoğlu “Yaratılan” denildiğinde genellikle insanı, kurdu-kuşu, börtü böceği anlıyor. Oysa Allah(c.c.) dışında her şey “Yaratılan”dır. Komşunun bir tas sıcak çorba ikramı, bünyeye musallat olan bir hastalık, yağmur ve yağmursuzluk, hastalık ve afiyet, akla gelen düşünce, kalpte uyanan vesvese, yani her şey, ama her şey bir “yaratılan”dır.
Yaratan ise, Allah (c.c.)tır.
Yaratan, yani gönderen, seni, beni, yani bizi o düşünce, o bir tas çorba, o hastalık, o sağlık, o vesvese, o afat, o en yakınımızın ölümü ile buluşturan Allah(c.c.)’tır. Öyleyse bizim bilmemiz, kabullenmemiz gereken şey felâket gibi görüneninden nîmet gibi kollarımızı açarak karşıladığımıza kadar her şeyin Allah(c.c.)’tan geldiğini bilmemizdir.
Bu “bilme”, tevekkülün en hassas noktasıdır.
Gelen her ne ise gönderenin O (c.c.) olduğunu bildikten sonra, geleni karşılama da gönderenin gücü ve makamı ile doğru orantılı olacaktır, olmalıdır. “Hoş geldin, safa geldin” denmelidir. Biliyoruz ki, tam bu noktada bazı itirazlar yükselecektir. Lütfen sabır, diyerek, tevekkülün şifreleri yolculuğumuza devam edelim.
Gelen, en sevdiğimizin ölümünden onulmaz bir hastalığa kadar, gönderenin gücü, makamı ve O’nun kalbimiz ve aklımızdaki yer ve değeri ile doğru orantılı karşılandıktan sonra yapılması gereken şey, o şeyi gönderenin, böyle bir durum karşısında ne yapmamız gerektiğini emretmişse, işte onu yapmaktır.
“Yaratılanı Yaratandan dolayı hoş görmek” demek, bugün pek çok kişinin yaptığı gibi “geldiği haliyle kabul etmek” değil, hayra ve faydaya dönüştürmek için yine her şeyi yaratanın kapısını çalmaktır. Öyle olduğu için Peygamberimiz, “Deveni bağla” buyurmuştur. İmam Râbbâni de, “En doğru tevekkül, sebebe sarılmaktır” der. Evini sel basacak, Allah gönderdi deyip, çoluk çocuğunu kurtarmayacaksın, vatanını düşman işgal edecek, sen bir kenara çekilip tespih çekecek, ellerini açıp, “Allah’ım düşmanı kahreyle” diye seccadelere kapanacaksın. İyi de, sen Allah’ın askeri olmazsan, Allah senin Askerin olur mu! “Cennet kılıçların gölgesindedir” diyen Allah Resulü, haşa duası kabul olunmayan bir kul muydu ki, böyle buyurdu ve ömrü cephelerde geçti!
Düşünceden düşmana, insan, börtü-böcek, tabiat olayları, hastalıklar ve sosyal çalkalanmalara kadar her şeyi yaratanın Allah(c.c.) olduğunu kabul ettikten sonra, mâdem ki başımıza bunlar geldi, demek ki Allah’ın muradı bu diyerek, kıyıya köşeye çekilmek, yani o olumsuzluklardan olumlu bir netice elde etmek için “sebebe sarılmadan” beklemek, yine Allah’ın yarattıklarından olan sebeplere tevessül etmemek, Allah’ın nîmetine nankörlük etmek değil midir?
Bilelim ki, Allah sürekli yaratır.
Yani O, “Ol” emrini vermiş, henüz, “Dur” yahut “Tamam” dememiştir. Öyle olduğu için her şey “olmaya” devam etmektedir.
Teşbihte hata olmaz, askeriyede, “İleri marş!” denildiğinde, Kıt’a dur!” denilmedikçe asker yürüyüşüne devam eder ya, işte bu, “Ol” emri öyle bir emirdir. Velhasıl kul, Allah’ın yarattıkları ile her saniye muhataptır.
Her saniye, Allah’ın bize gönderdiği bir “nimet ve külfetler silsilesine” muhatap olduğumuza göre, “Tevekkül, gün yirmi dört saat ve ömür boyu”dur.
Meseleyi böyle ‘içselleştirince’ iş kolaylaşıyor.
O kadar kolaylaşıyor ki, yeri geliyor Hazreti Ali (r.a.) gibi, savaşın en çetin ânında bile, yere düşürdüğün düşmanın yüzüne tükürünce, “Araya nefsim girdi” diye kılıç elinden düşüyor, yeri geliyor, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” diyerek Hz. Muhammed(s.a.v)’leşiyor, Mute’de 3 bin kişi ile 100 bin kişilik Haçlı ordusunu perişan ediyorsun..
Yani netice mutlaka “Hayır” oluyor..
Rabbim cümlemize “şuurlu tevekküller” ihsan buyursun.