Bu savaş bizim fay hatlarımızı tetikler mi? (17 Mayıs 2013)

Coğrafyamızı kesen fay hatlarının üzerinde yaşıyoruz... Keşke sadece sismik anlamda fay hatlarımız olsaydı... Oysa bizim tetiklendiğinde ondan daha yıkıcı fay hatlarımız, bu toprakların ve kültürün milletimize öğrettiği ‘irfan’ olmasa başımızı dertten kaldırmayacak derin kırıklarımız var; mezhebî, etnik, siyasî...
O irfan, başka ülkeleri kan gölüne çeviren ayrılıkların üstesinden gelmeyi hep başardı... Bütün provokasyonlara rağmen Alevî-Sünnî çatışması yaşanmadı... Tıpkı ‘etnik aidiyet’ uğruna akıtıldığı iddia edilen kana rağmen Türk-Kürt çatışması yaşanmadığı gibi... 12 Eylül 1980 öncesi soğuk savaşa ‘sıcak’ ev sahipliği yapan Türkiye’de yaşanan bazı olaylara ve katliamlara ‘mezhep’ elbisesi giydirilmeye çalışılmış olsa da konunun ideolojik amaçlarla çarpıtıldığı, korku ve şiddet ortamında güven duygusunu yitirmiş insanların ‘sığınma’ veya ‘savunma’ ihtiyacı içine sürüklendiği, bunun militan sayısını çoğaltmaya yönelik manevralar olduğu daima anlaşılageldi... Dolayısıyla bazı şehirlerde görülen istenmeyen olaylar hep ‘münferit’ kaldı, acılar ve dramlar yaşansa da asla bugün Irak’ta yaşandığı gibi ‘topyekûn cinnet’e dönüşmedi... Militan devşirmek için mezheplere ‘mümbit tarla’ gözüyle bakan örgütler amaçlarına tam anlamıyla ulaşamadılar...
Ya bundan sonra? Orta Doğu kritik bir zaman diliminden geçiyor... Sınırların delik deşik olduğu bu coğrafyada gerilim iki temelde yükseliyor; mezhepçilik ve enerji kaynaklarına hükmetme hırsı... Bölgenin uluslararası müdahaleye sürekli açık olmasının yolu Şiî-Sünnî çatışmasının diri tutulmasına endeksli... Fiilen sınırların işlevsizleştiği bu kadim topraklarda yükselen alevlerin bizim ülkemizi yalamama ihtimali yok... Zaten PKK’yla ilgili gelişmeleri Orta Doğu’da yeniden kurulan oyundan bağımsız değerlendirmek imkânsız... Otuz yıldır Türkiye’nin kanını emen bu örgütle, Suriye’nin kuzeyinde itiraf edilmemiş ‘müttefikliğe itilirsek’ buna kimse şaşırmasın...
Bölgedeki en büyük risk, mezhep çatışmalarının yayılması ve bizim de bu çatışmanın içine çekilmemiz... Reyhanlı’nın failleri kim olursa olsun, bunun bir ‘cezalandırma’ veya ‘caydırma’dan ziyade Türkiye’yi ‘ateşe çekme’ stratejisi olduğu apaçık... Türkiye hiç de idmanlı olmadığı bir bölgeye ve ilişkiler ağına sürüklenerek, kendi topraklarına şiddet ithale zorlanıyor...
Rejimleri ‘demokrasi’ çerçevesinde değil, ‘emperyalizme hizmet’ kapasitelerine göre dost-düşman şeklinde tasnif eden küresel irade vites büyütürken bize düşen kendi gerçeklerimizi bilerek, tarihî tecrübeyi kuşanarak davranmak... Kendi etnik veya mezhebî fay hatlarımız varken, onların tetiklenmesine yol açacak, bir arada yaşama irademize darbe vurabilecek maceralara, gerilimi kendi ellerimizle kendi topraklarımıza taşıyacak sorumsuzluğa imza atamayız...
1999 depreminden sonra ‘depremle yaşamaya alışmak’ denilen bir kavramla tanışmıştık... Deprem bu coğrafyanın değiştirilemez ‘tabiî’ bir gerçeğiydi ve buna göre şehirlerimizi kuracak, tedbirlerimizi alacaktık... Tıpkı bunun gibi ‘sosyal’ fay hatlarımız da bu coğrafyanın, kanunla veya kararnameyle yok sayılamayacak, başka topraklara ya da okyanusun ortasına atıp kurtulamayacağımız bir gerçeğimiz... Devlet ve millet hayatımızı buna göre yürütmek, tedbirlerimizi -ihmali hâlinde- yıkım gücü depremlerden daha yüksek bu gerçeğe göre almak durumundayız...
Beraber yaşamaya mahkûm olduğumuz deprem gerçeği, yaşanılan büyük acıların tecrübesi eşliğinde bize nasıl binaların sağlam zeminlere, mutlak denetimle, dayanıklı malzemeyle yapılmasını öğretiyorsa, bin yıldır tutunduğumuz bu topraklar bize ‘düşmanla ve terörle yaşamaya alışmak’ gerçeğini öğretmiştir... Ütopik ve gamsız liberaller bunu algılamakta zorlansalar, hatta ‘paranoya’ şeklinde değerlendirseler de biz, devlet ve millet binamızı bu gerçeğin dayattığı tedbirlerle donatmak ve yaşatmak mecburiyetindeyiz...

Yazarın Diğer Yazıları