Bu hükûmeti başımıza kim getirdi, kim durduruyor / Muhlis GÜR

Bu hükûmeti başımıza kim getirdi, kim durduruyor / Muhlis GÜR

DSP-ANAP-MHP Koalisyonunun erken seçim kararı verdiği 2002 yılının sıcak yaz günlerindeydik. Koalisyonun bir numaralı ortağı DSP’den milletvekili istifaları oluyor, parti neredeyse yarı yarıya bölünüyordu.

Türkiye’de yeni iktidar arayışları gündeme geliyor, Meclis aritmetiği çok parçalı yapıda olduğu için çeşitli iktidar tercihleri üzerinde yorumlar yapılıyordu.

Diğer taraftan koalisyon ortaklarının seçim kararını verdikleri 16 Temmuz gününe denk gelen tarihte ABD’li Paul Wolfowitz’in de muhtemel Irak Operasyonu'nda Türkiye'nin desteğini sağlamak için temaslarda bulunduğu ve Ecevit, Kıvrıkoğlu ve Şükrü Sina Gürel ile görüştüğü medyaya yansıyordu.

Vikipedi Ansiklopedi’sinde, Wolfowitz’in Yahudi kökenli olduğu ve Savunma Bakan Yardımcısı olarak, "Başkan Bush'un Irak politikasının önemli bir mimarı ve en şahin savunucusu" olduğu belirtilmektedir.

İşte tam da o kargaşalı günlerde Başbakanlıkta görevli, ismi bende saklı kıdemli bir Başmüşavir arkadaşıma nezaket ziyaretine gitmiştim. İçeri girdiğimde kendisini bir DSP milletvekili ile otururken buldum.

Tanışma ve hoş beşten sonra söz döndü dolaştı bundan sonra nasıl bir gelişme olacağı konusuna geldi. O yılların DSP milletvekili samimiyetle şunları anlattı:

Bu günlerde partilerinin dağılmaya başladığını, Ecevit’in ise partiyi toparlamaya çalışarak yeni iktidar yolları aradığını ancak tam bu sırada Amerika Birleşik Devletleri’nden üç kişilik gayriresmî küreselci bir heyetin geldiğini Türkiye’de bazı temaslarda bulunduklarını, bunların kendilerine,

‘DSP olarak siz ne kadar çırpınsanız da artık size iktidar yolları kapanmıştır. ABD olarak Orta Doğu’da büyük değişiklikler yapacağız, bunun için bize muhafazakâr sağ kesime uygun parti ve lider lazım. Tayyip Erdoğan üzerinde duruyoruz.’ mealinde açıklamalarda bulunduklarını söyledi.

Evet, ben bunları duyduktan sonra gelişmeleri takip etmeye başladım. Acaba iktidara kim gelecekti ve Orta Doğu’da planlanan büyük değişiklikler ne idi?

Herkesin de bildiği gibi kısa süre içinde Refah Partisi’nin içinden bir grup milletvekili “Yenilikçiler” namıyla ayrılıyor ve Adalet ve Kalkınma Partisi adında yeni bir parti kuruyordu.

Tam da o günlerde ben bir görev sebebiyle Mülkiye Başmüfettişi olarak Konya’da bulunuyordum. Bir tatil günü Mevlana müzesini ve camiini gezerken tesadüf olacak ki, kapının girişinde Yenilikçi grup ileri gelenlerinden Abdullah Gül ile Abdulkadir Aksu’ya rastladım. Abdülkadir Bey’le kısa bir hâl hatır görüşmesi yaptığımızda, her ikisinin hararetli yürüyüşlerinden, gözlerinin içlerinin gülüşünden öyle bir intiba edindim ki, derin mekanizmalardan iktidar icazetini almış oldukları ve de yükseklere bir yerlere gelecekleri kulaklarına fısıldanmış olduğu adeta yüzlerinden okunuyordu.

O günlerde Türkiye’de sağ kesimin genel çoğunluğunun merkez sağ bir oluşumun iktidara gelmesi yönünde beklentilerine rağmen kısa bir süre öncesine kadar müesses nizam tarafından 28 Şubat’ın da rüzgârıyla radikal ve dinci görülerek itilip kakılan, partileri kapatılan Erbakan’ın talebelerinin kurduğu yeni parti, tahmin edilmesi güç maddi kaynaklarla ve medya desteğiyle iktidara getiriliyordu.

Sanki sihirli bir el yürü ya kulum diyor ve bütün sağ kamuoyu ürkülen ve korkulan Akp’nin peşine takılıyordu. Bunlara en büyük desteği verenler ise, kendilerine görev verildiği anlaşılan 28 Şubat döneminden o günlere kadar dinci vs. iddialarla bunlara ateş püsküren sebatai sermayeli patron medyası oluyordu.

Ve böylece Kasım 2002’de Akp tek başına iktidara getiriliyordu.

Bundan hemen bir sene sonra yani 2003 yılına gelindiğinde Orta Doğu üzerinde oynanan acı senaryolar sahneye konuyor ve Atlantik ötesinde, taa 12 bin kilometre uzaklıkta bulunan ABD, önce Irak’ı demokrasi getireceği ve nükleer silahları kontrol edeceği vaadiyle bombalar yağdırarak işgal ediyor,

2011 yılına gelindiğinde ise aynı ABD bu defa da Suriye’yi işgal ediyordu. Bütün bunların sonucunda Orta Doğu halkından 4 milyona yakın insan katlediliyor, şehirler yakılıyor, yıkılıyor yağmalanıyor, Irak ve Suriye’den milyonlarca insan perperişan halde başka ülkelere göç ediyordu.

Bütün bunlar olurken ve ölenlerin çoğu Müslümanken bizden ve civarda bulunan Müslüman ülkelerden çıt çıkmıyordu.

Peki neden?

İşte cevabı; CB Erdoğan, Başbakanken 2004 yılında ABD Harvard Üniversitesi’nde Amerikan bayrağı yanında yaptığı bir konuşmada aynen şunları söylüyordu:

“TÜRKİYE, ABD’NİN IRAK’TA BAŞARILI OLMASINI SAMİMİYETLE ARZU ETMEKTEDİR. ÇOK YÖNLÜ DESTEK DE OLMAKTADIR. İSRAİL DEVLETİNİN YAŞAMA HAKKINI KİMSENİN TEHDİT ETMESİNE TÜRKİYE RAZI OLMAYACAKTIR.”

İsrail’e destek olduğunu apaçık söylemiyor mu? Daha nasıl söylesin?

1946’da başlayan Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda önceleri değişik partiler iktidara gelirken enteresan bir durum oluyor ve 2002’de yeni kurularak iktidara getirilen bir parti 21 senedir iktidardan indirilmiyor, hatta öyle ki, toplum mühendisliği manipülasyonlarıyla demokrasi tek kişilik rejime dönüştürülüyordu.

Okuyanlar hatırlarlar 2023’te yapılan son milletvekili seçiminden sonra yazdığım “Seçim sonuçlarının devasa soru işaretleri” başlıklı makalemde Akp’nin, iktidarı ve muhalefeti ayarlayan küresel güçlerin desteğiyle nasıl tekrar iktidara getirildiğinin ispatını yapmış ve sonunda aynen şu cümleyle makalemi bitirmiştim:

“Erdoğan’ın bu şekilde tekrar gelişinin hikmetini önümüzdeki zaman dilimi bize gösterecektir.”

Evet, hep birlikte bekliyorduk ki, 7 Ekim’de İsrail Gazze savaşı başladı.

Orta Doğu’da sahnelenen oyunun sebeplerini düşünürken olaylara tablonun bütününden baktığımızda temel sebebin; Yahudi halkının vadedilmiş toprakları ele geçirmek, başka deyişle Büyük İsrail’i gerçekleştirmek olduğunu bilmeyen kalmamıştır herhalde.

Bu amaçla İsrail’in civarındaki devletler bir bir yıkılırken 2023 yılının sonuna gelindiğinde, sıra Gazze’ye getiriliyor ve tahrik ve manuple edilen Hamas grubuna başlattırılan savaşla Gazze işgal ediliyordu.

Üç buçuk aydır çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 25 bine yakın insan tepelerine bombalar yağdırılmak suretiyle katledilirken, şehirler yakılıyor yıkılıyor, camiler, kiliseler, hastaneler yok ediliyor ve on binlerce yaralı insan, göçler, açlık sefaletle boğuşuyorken bu insanlık faciası olay, başta Müslüman devletler olmak üzere bir iki istisna dışında bütün devletlere seyrettiriliyor.

Irak ve Suriye’de olduğu gibi şimdi yine İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün kontrol ettiği ve iplerini elinde tuttuğu çoğu krallıkla yönetilen İslam ülkelerinden sonuçsuz toplantıların ve kınamanın dışında bir tepki gelmiyordu.

Türkiye’de ise sadece sözlü kınamalarla ve halkın gazını almak için Ankara ve İstanbul’da yapılan mitinglerle vicdan sahibi hiçbir yüreğin dayanmayacağı bu, asrımızın en büyük soykırımı geçiştirilmeye çalışılıyordu.

Hâlbuki, Türkiye gibi güçlü ve büyük bir devletin bu vahşeti durdurmak için yapmaya muktedir olduğu şu işleri yapamaz mıydık?

Rusya ve Brezilya Devletleri B.M. Güvenlik Konseyine Gazze’de “ateşkes sağlanması” yönünde karar taslağı sunarken, biz de sunamaz mıydık?

Taa Güney Amerika’daki Kolombiya Devleti, İsrail Büyükelçisini ülkesinden kovarken, biz kovamaz mıydık?

Taa Uzak Doğu’daki Malezya Devleti, İsrail’le ticari ilişkilerini keserken biz kesemez miydik?

Güney Afrika Cumhuriyeti soykırım suçu işleyen İsrail’i yargılatmak üzere Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurduğu hâlde, bunu biz yapamaz mıydık?

Acı bir gerçek ki, ben şu yazıyı yazarken taa Amerika kıtasından Meksika ve Şili Devletleri bile aynı ceza mahkemesine ayrıca şikâyette bulunuyordu.

Devlet yetkililerinin oturup karar vereceği daha birçok ekonomik, siyasi ve askerî yaptırımlar alınıp hayata geçirilemez miydi?

Demek ki bunda bir kasıt var ki bunlar yapılmıyor,

Ama bakın nasıl destek olunuyor?

Filistinli binlerce masum bebek ve kadın “İnsanımsı hayvanlar” denilerek başlarına yağdırılan bombalarla paramparça edilirken,

İsrailli pilotların Türk pilotları tarafından Konya’da eğittirildiği öğreniliyor,

resmî Hükûmet organları tarafından Türkiye’den İsrail’e av malzemesi olarak silah ve mühimmatının gönderildiği kabul ediliyor, (Av silahlarıyla rahatlıkla cinayet işlenebildiğine göre, bu silahların ve mühimmatın Batı Şeria’da kullanılmadığını kim garanti edebilir ki?)

İsrail’le ticaret tam gaz devam ettiriliyor ve bu arada Hükûmet yetkililerinin yakınlarına ait gemilerle dahi yük taşındığı Türkiye İstatistik Kurumunun verileriyle ortalığa saçılıyor.

İsrail’i İran saldırılarından korumak için kurulduğu iddia edilen Malatya’daki Kürecik Üssü neden kapatılmıyor?

Şimdi düşünün, küresel güçlerin bu hükûmeti neden başımıza getirdiği ve son seçimde de destekleyerek hâlâ başımızda neden tuttuğu bütün bu anlatılanlardan anlaşılmıyor mu?

İşte size bir delil daha:

İsrail-Gazze savaşının bir ay kadar sonrasında, İsrail’in kadın çocuk katliamı devam ederken tam da bütün dünya “Neden kimse müdahale etmiyor” düşüncesine kilitlenmişken, Netanyahu bir basın toplantısı düzenliyor ve,

“Çıkarlarınızı, iktidarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız: Sessiz kalın!” diyerek civardaki ülke liderlerini apaçık tehdit ediyordu.

Siyaset ve iktidar oluşumuna dair önceki bilgilerimizle birleştirdiğimizde, Netanyahu’nun bu cümlesinin içinde Müslüman ülke liderlerini getirenin de götürmeye muktedir olanın da ABD-İsrail ikilisi olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Şu bir gerçek ki, bir ülkedeki iktidar oluşumu seçimle de olsa dünya siyasetinden bağımsız düşünülemez.

Bakın, en basitinden şöyle düşünelim; Orta Doğu’da büyük oyunlar oynanıyor. Bu oyunun baş aktörleri de temelde ABD-İsrail ikilisi olduğu şu Gazze savaşından sonra iyice gün yüzüne çıkmadı mı?

O halde bunlar şöyle düşünmeyecekler mi? “Orta Doğu’da biz Irak’ı, Suriye’yi, Gazze’yi işgal edeceğiz, şimdilik diğer devletleri üzerimize sıçratmamalıyız ve en başta bin yıldan fazla Müslümanlığın bayraktarlığını yapmış Türklerin başına öyle birini getirmeliyiz ki, halkın ayağa kalkmasını frenlesin. Aksine Türkiye’de DSP gibi sol bir iktidar olursa çoğunluğu Müslüman halk bizim Orta Doğu’da yapacağımız insan kıyımına karşı, ‘Müslümanlar katledilirken başımızdaki solcu-dini zayıf hükûmet seyrediyor’ diye ayağa kalkabilir. Kan gölüne çevireceğimiz Orta Doğu’da Türkiye kesimini en azından garantiye almalıyız.”

Azıcık aklı olan bir insan bile, bu hükûmetin, Hristiyan’ıyla Musevi’siyle bütün dünyadaki vicdan sahibi insanların ayağa kalktığı bir zamanda Türkiye Müslümanlarının önüne baraj olduğunu, bir iki miting ve bağrışma ve kınamayla halkı oyaladığını anlar.

Düşünen ve anlayan insanlar için yukarıda anlattıklarım kesin gerçeklerdir.

İşte ben İsrail uçaklarından atılan bombalarla 7 binden fazlası enkaz altında diri diri mezara bırakılan, 15 binden fazlası kadın ve çocuk olmak üzere hunharca katledilen 25 bin zavallı insanın ruhları için ve de uyuşturma yapılamadan kolları bacakları kesilen, ameliyat edilen 63 bin yaralı çocuk ve kadının kulaklarımda çınlayan feryatlarının adına ellerinde imkân olup da bunu kullanmayan yetkilileri yazdım. Sen şahit ol, Ey Yüce Rabbim!