Bir PKK militanı olsaydım eğer!
Her yaptığım yanıma kâr kaldıkça, bir sonraki darbem için daha büyük bir iştahla motive olurdum... Açık açık ilân etmeme rağmen, amacımı görmeyen, beni ‘terörist’ değil de ‘Vandal’ zanneden lobları çürümüş beyinlere içten içe teşekkür ederdim...
Ben T.C.’yi yakıp yıktıkça “Onlara misliyle karşılık vereceğiz” deyip, beş gün sonra ’Önder Apo’nun cezaevi şartlarını düzeltmeye doğru çark eden emir erlerini görünce hangi organımla güleceğimi şaşırırdım... Daha fazla yakma yolunda iştahım açılırdı...
Bize “Dünyayı başlarına yıkarız” diyen ağlamadan sorumlu Başbakan Yardımcısı’na daha dün “Onların yerinde olsam ben de dağa çıkardım” sözlerini hatırlatmaktansa, göbeğimi çatlata çatlata gülerdim...
Benimle mücadele etmesi gerekenlerin, ancak yaptıklarımı haberleştirmekle görevli ‘ajans’a dönüştürülmesine hayret ederdim... Onu ’haber ajanslığı’na mahkûm eden ‘yeni Türkiye’ye minnet duyardım...
Televizyonları işgal eden yoldaşım aydın, gazeteci, sanatçı ve akademisyen gördükçe gurur duyar, ‘devrim’ yolunda asla yalnız olmadığımı bilirdim... Ayrıca ‘karşı’ tarafça ucu yakılan mektupların bize ulaşmasını sağlayan ‘görevli hevaller’ Abdülkadir Selvi ve Hüseyin Yayman’ı kalbimin bir köşesinde hep tutardım...
Her türlü ihanetime, gaddarlığıma, bayrak düşmanlığıma rağmen bana dokunamayan T.C. karşısında, kendime güvenim artar, gücüm karşısında diz çökenlere şahit oldukça kendimle gurur duyardım... T.C. hukukunun dokunulmazlığım karşısındaki aczini yeni nesilleri motive etmede iyi kullanırdım...
‘Vurdukça kazanan, kazandıkça vuran’ kimliğim prim yaptıkça halktan daha fazla taraftar toplar, ‘altın vuruş’a doğru yol almanın hazzını yaşardım...
Her tarafı ateşe vermek, kırıp dökmek hem çok keyifli, hem de çok kârlı... Trilyonlarca liralık tadilat ihalelerini bölgede başkaları alamayacağına göre, T.C.’nin paralarının yine örgüte akacağını görerek ellerimi ovuştururdum... Bir taşla birden fazla kuşun nasıl vurulacağını göstermenin keyfini kimselere bırakmazdım...
‘Önder Apo’nun Nevruz’da okunan o mektubu dahil, hiçbir yerde silah bırakacağımızı söylemediğimiz hâlde, o silahla T.C. topraklarında istediğimiz gibi adam öldürmemize, karakol ve baraj inşaatlarını basmamıza rağmen, iktidar yandaşlarının silah bırakmayla ilgili devamlı tarih vermesine inanan, bunun gerçekten bir ‘çözüm süreci’olduğunu düşünen zavallı kitlelerin saflığına hayret ederdim...
Amacımızın ‘demokrasi ve insan hakları’ olmadığını, dört parçadan birisi olan ‘Kuzey Kürdistan’ı bu topraklardan koparmak olduğunu paslı çivi çakar gibi bütün kafalara çakarken, “Analar ağlamasın” dümeniyle iş bitiren algı tüccarlarını gerçekten takdir ederdim...
Sıktığım her mermi bana yeni mevziler kazandırıyorsa, yaktığım her ateş karşımdaki eziklerde “Ne gerek vardı, keşke bunları önceden konuşsaydık” havası oluşturuyor ve tekrar tekrar masaya ‘mağlûp’ sıfatıyla oturmasına sebep oluyorsa, indirdiğim her bayrak T.C.’nin egemenliğinde ‘sona doğru’ anlamı taşıyorsa ve hepsinden önemlisi yaptıklarım karşısında devlet otoritesi ‘seyirci’den öteye geçemiyorsa, bu saatten sonra beni kimsenin tutamayacağını düşünürdüm...
Balkan Savaşları öncesinde, meselâ Selanik’te Türk zabitlerinin çarşıda üniformayla dolaşamaması gibi, bugün eğer Diyarbakır’da asker ve polise resmî elbise yasağı getiriliyorsa, bunu hangi aşamaya ulaşıldığının delili olarak görür, haklı biçimde bir ‘zafer müjdesi’ olarak değerlendirirdim...
Bir PKK militanı olsaydım eğer; bu ‘büyük resim’den daha fazla mücadele için yeterli motivasyon, ‘altın vuruş’ için enerji, devletin düşürüldüğü acizlik karşısında yeterince özgüven stoklardım...