Bir padişah varmış
Bir zamanlar çook çok uzak bir ülkede bir padişah yaşarmış. Ülke o kadar büyükmüş ki bir bölgesinde yaz hüküm sürerken bir bölgesinde kış yaşanırmış. Verimli topraklarında yetişmeyen meyva, yetişmeyen sebze yokmuş. Yaylalarında koyunlar otlar, ovalarında kuşlar uçarmış. Dalları göğe ser çekmiş ağaçları, gürül gürül sularıyla cennetten bir köşeymiş bu ülke.
Gel gelelim padişah çok hırslı, çok açgözlüymüş. Saraylarına saraylar katar, malına mal eklermiş. Karısının konakları da günden güne artarmış. Hele çocukları... Altın içinde yüzerlermiş de bana mısın demezlermiş. Altınlar çocukların hırsını doyurmayınca gemiler almaya başlamışlar. Ama nafile... Ne padişahın, ne karısının, ne çocuklarının gözü doyarmış.
Sonunda padişah memleketin dağını taşını da satmaya karar vermiş. Önce ulak teşkilatından başlamış. At çatlatan ulaklar, insanların mektuplarını geciktirmeden yerlerine ulaştırdıkları için bu teşkilatın değeri çok yüksekmiş. Yüksekmiş ama padişahın da acelesi varmış. Üç yıllık kârına satıvermiş ulak örgütünü. Üstelik alanlar da yabancıymış. Mektupları açıp kimin ne sırrı varsa öğreniyorlarmış. Zamanı gelince de sırlar ortalığa dökülüyormuş. Artık hiç kimsenin birbirine güveni kalmamış.
Sıra kömür ocaklarında demiş padişah. Onu da üç kuruşa satıvermiş. İnsanlar yoksullaşmaya, açlıktan bir deri bir kemik kalmaya başlamış. Padişah da düşünüyormuş ki “kullarım beni, ailemi ve yakınlarımı bolluk içinde görürse mutlu olurlar.” Bu düşünceyle gece gündüz şehrayinler düzenler; altından, gümüşten at arabalarını halkın önünden yürütür; zümrüt ve zebercetlerle süslü gemilerini sularda yüzdürürmüş. Geceleri binlerce kandil yaktırır; göğe fırlatılan havai ışıklarla karanlık semayı nurlara gark edermiş.
Padişah ve yakınları zenginleşmiş ama halk yoksullaşınca vergiler azalmış, ülkenin hazinesi boşalmaya başlamış. Hazine açığını kapatmak için padişah memleketin nesi var, nesi yok satmaya devam ediyormuş. Dokuma tezgâhları, fırınlar, mandıralar bir bir yabancılara satılmış. Yollardan, köprülerden sonra sıra ırmaklara, göllere gelmiş. Bir de yabancı tefeciler doldurmuş ki ülkeyi sormayın.
Padişahın zenginliğine sevinmeyen nankör halk homurdanmaya başlamış. Başlamış ama yanlarındaki hafiyeler nankörlüğü hemen padişahın adamlarına yetiştiriyormuş. Homurdananların haberleri çoğaldıkça padişahın da öfkesi artıyormuş. Her gün sarayın önüne çıkıp parmağını sallamaya, insanlara bağırmaya başlamış. Sesini yükselttikçe yükseltiyormuş. Padişahmış ama ne varsa soyunda, sık sık da küfür ediyormuş.
Yine günlerden bir gün çıkmış sarayın önündeki kürsüye, bağırıp duruyormuş. “Bu meddahların, tellalların sahipleri kimlerse ayaklarını denk alsınlar” diyormuş; “onların parasını siz veriyorsunuz; ona göre konuşsunlar” diyormuş. Sonra da ekliyormuş: “Adı üstünde meddah. Medhedeceğine zemmediyor; böyle meddahlık olur mu?” O hâle gelmiş ki artık ortaoyununun da, meddahın da, Karagöz’ün de hiç tadı kalmamış.
Padişah artık insanların yüzlerinin asık olmasına da dayanamıyormuş. İçine bir vesvese düşmüş. Bunlar isyan eder de beni devirir diye. Hafiyelerini artırmış, bütün mektupları okutmaya başlamış. Yedi yıl önceki, sekiz yıl önceki mektupları da okutuyormuş. Okuttukça satır aralarından anlamlar çıkarıyormuş. Kimseye güveni kalmayınca bütün zindanların kapılarını açtırmış. Silah tutan askerler, kitap tutan kadılar bile zindanlara atılır olmuş. Ülkenin semalarını kara bulutlar kaplamış.
Bir yandan da eli silahlı bir eşkıya takımı türemiş. Geleni vurur, gideni öldürürmüş. “Biz bu topraklarda ayrı bir memleket kuracağız” deyip dururlarmış. Padişah ılık gözlerle bakarmış onlara; gönlünün bütün kapılarını açarmış.
Sevgili okuyucular, bu masalı o ülkeden kaçan birisi anlatmış; fakat masalı bitirmeyip burada bırakmış. Siz de benim gibi padişahın ve ülkenin sonunu merak etmiyor musunuz?