Bir Nevruz hikâyesi
Türk takvimine göre, 21 Mart perşembe günü yeni bir yıla girdik. Yılbaşı Türk Dünyası'nda büyük şenliklerle kutlandı. Bağımsız Türk cumhuriyetlerinin başkentlerindeki büyük meydanlar oyun ve musiki takımlarıyla doldu. Devlet erkânı ve halk şenliklere aynı coşkuyla katıldılar. Taşkent'in ana meydanında surnay ve kernay denilen uzun, üflemeli çalgılar çalındı, aşulalar söylendi. Azerbaycan'ın köylerinde kentlerinde semeniler yapıldı, âşıklar sazlarını boyunlarına takıp Terekeme havaları çaldılar, bazı köylerde yallı oynadılar. Türkmenistan'ın gırtlak müziği, Kırgızistan'ın komuzu, Kazakistan'ın dombrası ruhlara işledi. Türk Dünyası çok uzak atalarının Ergene Kon'dan çıktığı günü bir daha hatırladı.
Biz de aynı gün öğrencilerimizle Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nün küçük salonunda toplandık. Enstitü başkanımız Dursun Yıldırım'ın "Ergene Kon'dan Çıkış" konuşmasını dinledik. Atalarımızın Ergene Kon'dan çıktığı gün işte bugündür dedik ve girişteki kazanın başında sıra olduk. Arkadaşlarımızın hazırladığı Türkistan pilavını doya doya yedik. Bir daha anladık ki Turan ülküsü, sadece bir birleşme ülküsü değil aynı zamanda çok zengin kültürümüzün duyumsanması ve lezzetlerimizin tadılması imiş. Yeni bağımsız cumhuriyetimiz var; bunların nice tadı, nice lezzeti, nice kültür değeri var diye şükrettik.
Sonra nicedir bilgisayarımda duran bir yazıyı hatırladım. Cumhuriyetlerimizin bağımsızlığından önceki bir hatırayı anlatan yazıyı. Bu güzel ve hüzünlü hatırayı okuyucularla da paylaşmak istedim.
Sovyet yıllarında, Aras ırmağının 15 kilometre kuzeyinde bir Azerbaycan köyü. İran sınırında, içinden elektrik akımı geçen dikenli teller var. Gözetleme kulelerindeki askerler kuş uçurtmuyor. Kuzey ve Güney Azerbaycan Türkleri, 1813 yılından beri birbirleriyle haberleşemiyorlar. Yılda bir gün hariç. Yılın son çarşambası. Yani Nevruz'dan önceki son Çarşamba.
Köyün çocukları üç ay önceden işe başlardı. Kamyon ve traktörlerin eskimiş lastiklerini toplayarak civardaki bir dağa yığarlardı. Son Salı geldiğinde 10-15 tekerlek olurdu. Çocuklar tekerlerin içlerini kurumuş otlar ve çalı çırpıyla doldurur; onları tellerle birbirlerine ve kayalara bağlarlardı.
Güneşin batması beklenirdi. Akşama doğru çocuklardaki heyecan son noktasına ulaşırdı. Yürekleri göğüslerinden çıkacak gibi olurdu. Gün batımının ışıkları vurunca Aras, gümüş bir hançer gibi parlar ve nazlı nazlı akıp giderdi. Karanlık düşünce gözler, Güney Azerbaycan'daki Kemki dağına dikilirdi. Çocuklar heyecanlı bir bekleyiş içine girerlerdi.
Karşı yatan kara dağda yanan ilk ateşi gördüklerinde çocuklar hemen tekerlekleri tutuştururdu. Güneydekiler de kuzeyde yanan ateşi gördüklerinde yeni ateşler yakarlardı. Dağlarda yükselen alevler iki taraftaki köylerden görününce köy evlerinin damlarından da ateşler yükselirdi. Tam bir cümbüş olurdu. Aras'ın iki yanındaki köylerde yaşayan Türkleri bir heyecan alırdı. Bu, ateşle yapılan bir haberleşmeydi. Birbirlerine hasret kalan iki tarafın yürek sözlerini birbirlerine alevlerin dilinden iletmesiydi. Yılın son çarşambasında bir kez de olsa kuzeyin ve güneyin Türkleri birbirlerinin yüreklerine böylece yol bulurdu. Ve bu ateşler onları bir yıl ısıtır, bir yıl boyunca umutlarını diri tutardı.
1980'lerin başlarıydı. O yıllardan birinde karşı yatan dağda ateş yanmadı. Kuzeyde dağa çıkmış olan çocuklar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Son Çarşamba'nın ve Nevruz bayramının tadı tuzu kaçmıştı. Acaba ne olmuştu?
Bu sorunun cevabını yıllar sonra öğrendiler. O yıl İran-Irak savaşı olmuş ve güneydeki köy tam 65 şehit vermiş. Köylüler dağda ateş yakmadıkları gibi düğünlerini bile yıllarca çalgısız türküsüz yapmışlar.
Güneyin dağında ateş yanmayınca kuzeydeki dağda hayal kırıklığına uğrayan çocuklardan biri de Nazım Muradov idi. Bu hikâyeyi bana yazıp gönderen aziz dostum Nazım Muradov. Gam yeme dostum, güneyi ile kuzeyi ile Azerbaycan uyanmıştır. Doğusu ile batısı ile bütün Türk dünyası uyanmıştır. Dağlarda ateş yakıp haberleşmeye artık ihtiyaç kalmamıştır. Şimdi uzaydan yayılan ses ve görüntü dalgaları bütün Türk Dünyası'nı birbirine bağlıyor.