Bir hayal
Demirtepe'den Kızılay'a doğru yürüyorum. Sağ tarafımda alış veriş merkezleri. Tertemiz vitrinleriyle beni kendilerine çeken mağazalar. Kadınlı erkekli gruplar hâlinde yürüyen insanlar temiz kıyafetleriyle, kulağı okşayan hafif konuşmalarıyla bana nezih bir yerde bulunduğumu hatırlatıyor. Pejmürde kılıklı bir tek insan yok. Annelerinin ellerinden tutan çocuklar ışıldayan yüzleriyle gülümsüyorlar. Kıvırcık saçları omuzlarına dökülen şu genç kızın yürüyüşü melekleri andırıyor.
Güvenpark'a gelmişim. "Türk, öğün, çalış, güven!" yazısını okuyorum taş üstünde. Ve iki heykel adaleli, tertemiz. Önünden geçenlerde saygılı bir duruş seziyorum. Atatürk'lü geçmişlerine, belki de parlak geleceklerine saygı duyuyorlar. Saygı mı? Belki sadece belirli belirsiz bir duygu...
Heykel kaidesinin arkasında sarılı morlu, kırmızılı mavili bir çiçek tarlası. İnsan elinin değdiği belli olan bir harika bahçe. Çiçeklerin ortasında bir fıskiye. Suları renkten renge giriyor; bulutlarla buluşuyor, dökülüyor, süzülüyor.
İşte şu kanepede genç bir çift oturmuş. Ne konuşuyorlar acaba? Yanlarındaki kanepeye oturuyorum. "Iğdır'ı çektim" diyor genç kız ve devam ediyor: "Düşünebiliyor musun Kağan, Iğdır Lisesi'ndeki genç kızlara ve erkeklere Namık Kemal'i anlatacağım; en gür sesimle onlara 'Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten' mısraını okuyacağım." Kağan kızın elini tutuyor ve "Ne mutlu sana!" diyor.
Çiçeklerin arasındaki yoldan yürüdüm. Bakanlık tam da orada. Girenler, çıkanlar... Yüzlerinde müthiş bir sevinç. Galiba onlar da bir yerleri çekmişler. Edebiyat öğretmeni, tarih öğretmeni, fizik öğretmeni, felsefe öğretmeni olacaklar. Kim bilir hangi şehrin hangi lisesinde. Yüreklerinin kıpırtısını duyar gibiyim.
Sağımdan solumdan insanlar geçiyor. Kelebekler gibi. İnce ve narin. Şu kızın saçlarında deniz kokusu var. İzmir'den mi, Antalya'dan mı, yoksa İstanbul'dan mı gelmiş? Kim bilir hangi deniz memleketinden Ankara'nın bu güzel caddesine yosun kokusu getirmiş. Gözlerini yeni fark ediyorum. Yer yer yeşile çalan bir deniz mavisi.
İzmirli günler geliyor hatırıma. Kordon'da yürüdüğümüz günler. Birbirimize heyecanla bir şeyler anlatıyorduk. "Türkçülüğün Esasları"nı mı okumuştuk o sıra? Yoksa "Türk Ülküsü"nü mü? Bir heyecan sarmıştı yüreklerimizi işte. Asya'daki kardeşlerimize doğru uzanan bir heyecan.
Bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir bakan hayal etmiştik. Fuzuli'den şiirler okuyan. Senfoni orkestralarını izleyen, resim sergilerini dolaşan. Hayal bu ya, belki Köroğlu Operası'nı da izlemiştir diye düşünüyorduk. En sevdiği bestekârlardan biri her hâlde Üzeyir Hacıbeyli'dir, diye düşünüyorduk. Hatta belki Giuseppe Verdi'nin Rigoletto operasını da seviyordur. "Acaba Türk hayatını operaya nasıl yansıtabiliriz?" gibi düşünceler de aklından geçiyorsa ne güzel!
Kuğulu Park'a gelmişim. Yorulmuş olmalıyım. Bir kanepeye oturuverdim. Acaba tozlu mudur diye hiç düşünmeden. Nasıl olmuştu da sokaklardaki, parklardaki toz toprak birden kalkıvermişti? Nasıl olmuştu da insanlar bu kadar güzel giyinmeye başlamışlardı? Daha önce de bu kadar güzel miydi bu insanlar Allah'ım? Bu el ele tutuşan genç delikanlılar ve genç kızlar bu kadar sevimli miydi? Şu bakımlı yüzleri, bakımlı saçlarıyla şu yaşlı hanımlar bu kadar alımlı mıydı?
Karşı kanepede dört genç gördüm. İkisi erkek, ikisi kız. Sesleri işitiliyordu. Diyordu ki biri, "Ben Akıncı şiirini seviyorum." Hayır diyordu öbürü, "Zil, Şal ve Gül en güzeli." Ne kadar temiz çocuklardı ve ne kadar kibar konuşuyorlardı. Biri dedi ki "Millet ve Milliyetçilik, diye bir kitap çıkmış, akşam onu okuyacağım."
O anda diğer yanımdaki kanepede oturan yaşlıca kadının sözleri çalındı kulağıma: "Bunlar milliyetçi çocuklar Nezihe" diyordu; "ne kadar da efendi çocuklar değil mi?"