Bir hatıra
Okuyucular, bu sütunda zaman zaman fantastik yazılar yazdığımı bilirler. Bu tür yazıları çok ciddi bir üslupla yazıyor olmalıyım ki hayali yazılarım bazen gerçekmiş gibi algılanmaktadır. Tersine bir algılama da mümkündür; gerçek bir yazı hayali sanılabilir. Bu sebeple, aşağıdaki hatıranın gerçekten başımdan geçtiğini, hayali olmadığını baştan söylemeliyim.
Çocukluğumun beş yılı Kıbrıs’ta geçti. 1946-1951 arasında dört yıl Kıbrıs’ın Karpaz bölgesi girişindeki Büyük Konuk köyünde, bir yıl da komşu Ergazi köyünde yaşadım. Babam Kıbrıslı idi. 1933 yılında İzmir’e göçmüş ve İzmir’de evlenmişti. Ben 1943 Şubat’ında İzmir’de doğdum. Dedemin ölümü üzerine, 1946 yılında ailece tekrar Kıbrıs’a göçmüştük.
1948 veya 1949 yılı olmalı. Ergazi köyünde, tek gözlü, taşlıklı bir evde oturuyoruz. Beş veya altı yaşındayım. Ağır bir göz hastalığı geçirdiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Çocukluğun en hareketli günlerini evin içinde hapsedilmiş gibi geçirmek zorunda kalmıştım. Tabii hastalıktan sonra kendimi sokağa dar attım.
O gün komşu çocukları herhâlde yoktu. Yaşça büyük olanlar herhâlde okula gitmişlerdi. Yaşıtlarımın niçin sokakta olmadıklarını hatırlamıyorum. Belki de haftalarca eve hapsedilmiş olmanın sıkıntısıyla biçimsiz bir saatte sokağa çıkmıştım. Birkaç ev ötede, sokağın başında tek başına duran eski bir ev vardı. Etrafı boş. Ne başka bir ev, ne de bir bahçe var. Evin etrafı çocukların oyun alanı. Kimse olmayınca ben de arılarla oynamayı tercih ettim. Su birikintilerine konan arıları kovaladım. İri bir arının peşine düşmüştüm. Bir süre kovaladığım arı, eski evin duvarında bulunan bir deliğe girdi. Arıyı deliğinden çıkarmayı ve kovalamacaya devam etmeyi düşündüm. Fakat nasıl yapmalı? İlerdeki çam ağacı sorumu cevapladı. Ağaca yönelip iğne yapraklı küçük bir dal kopardım ve arının girdiği deliğe koştum. Dalı kaç defa deliğe soktuğumu hatırlamıyorum. Dört beş defa sokmuş ve arıyı iyice rahatsız etmiş olmalıyım. Arı nihayet deliğinden çıktı ve bana saldırdı. Bu defa kovalayan arı, kaçan bendim. Evin etrafında dönüp duruyordum. Arı da tepemde. Ben koşuyorum, arı vızıldayıp duruyor. Dördüncü veya beşinci dönüşte arı yetişti ve iğnesini koluma soktu.
Bir süre eve gitmeyi ertelediysem de başka çarem yoktu. Sonunda şiş ve kızarmış bir kolla eve girdim. Tabii annem telaş içinde koştu ve ne olduğunu sordu. Bir yandan da koluma yoğurt sürüyor. Kem küm ederek hadiseyi anlattım. Elbette annemden de gerekli cezayı almıştım. Fakat asıl kulağıma küpe olan, o gün ilk defa öğrendiğim ve bir daha aklımdan hiç çıkmamış olan deyimdi: Arının yuvasına çöp sokanın sonu böyle olur.
O gün bu gün ne arılarla oynadım, ne de bir daha yuvalarına yaklaştım.