Geçenlerde kafayı yazarlığa takmış genç bir adamla söyleşirken kurduğu aklı başında cümleleri sevdim. "Abi" dedi, "toplumun her kesiminde çok insan tanıdınız. Ve bu insanların anladığıma göre ortak bazı özellikleri var. Mesela çoğu taşkın ruhlu tipler. İç dünyalarında karmaşa var. Kendileriyle hayli meşguller. Hayatla ve toplumla da sıkıntıları var. Sanıyorum, bir kısmı da bulunduğu yerden şikayetçi ve daha iyi bir pozisyonu hak ettiğini düşünüyor. Onca insanın hayatını yazdınız, bazılarının hayatlarına girip çıktınız. Bu yormuyor mu? Onca insanın yaşadıklarını bilmek, üstelik onlarla empati kurmak, kafayı kırdırır insana abi be..."
5 yıldır tanıdığım, arada bir sohbet ettiğimiz bu gence, beni epey tanımayı başardığı için teşekkür ettim.
"Ne dersin" diye sordum, "mesela bankacı, fırıncı, gazeteci, terzi, nalbur, tapu memuru, şoför, şef, patron, kuaför... Bunlar yorulmuyor mu yeterince?"
"Elbette" dedi.
"İşte birader" dedim, "bizim gibilerin de ancak o insanlar kadar yorulmaya hakkı var."
Sustu. Nedense yazarların daha çok yorulması gerektiğini dünüyor olmalıydı gibime geldi.
"Diğerlerinden daha yorucu bir iş değil" dedim, "sadece biraz daha karmaşık ve derinliği daha fazla. Ve kamuya açıldığın için sorumluluğu epey ağır. Zira insan ruhuyla boğuşuyorsun. Ama çok az insana nasip olan bir ürün alıyorsun. Ve bu büyük haz verir. Haz da yorgunluğu silip süpürür... Ancak..."
Ne gibilerinden merakla baktı.
Devam ettim: "Hem özdeşleşeceksin başkalarıyla, hem empati yapacaksın. Olaya ve bireye bir profesyonel gibi tarafsız gözle bakacaksın, ama aynı zamanda amatör bir hevesle yapacaksın işini. Tek bir alanda iyi olmaya çalışacaksın. Gözlemini, izlenimini yazıp geçeceksin. Yazarsan sadece yazar olacaksın yani. Amerikan orta sınıfına iyi gelen kişisel gelişim palavraları sıkmayacaksın. Psikiyatr, psikolog, dert babası, akıl hocası, yaşam koçu, davranış bilimleri uzmanı olmaya kalkmayacaksın. Zira kurduğun bir cümlenin çarpık bir zihinde neyi harekete geçireceğini asla bilemezsin. O alanları psikiyatrlara bırakacaksın."
Çok ince bir çizgi dedi.
"Evet, öyle" dedim, "yeterince ince..."
BEYEFENDİ
Geçmiş ve ait olduğun yer...
Otobüs Unkapanı Köprüsü'nü geçtikten sonraki ilk durakta indi. Kıştı ancak hava o kadar da berbat değildi. Haliç kıyılarından yürüyebilirim diye düşündü ve kaputunun yakalarını kaldırıp sert rüzgarın insafına bıraktı kendini. Yarım saat kadar sürdü yolculuk. Küçük bir iskelenin orada biraz daha oyalanıp eve doğru yollandı. Ufak bir yokuşun ardından tam da işte bitti dercesine derin bir nefes çektiği sırada çıktı karşısına, yirmili yaşların başındaki seyrek sakallı delikanlı.
"Abi" dedi "bu evde mi oturuyorsun?"
Bakışları birkaç saniye kadar dolaştı üstünde genç adamın. Ve "Evet, genç dostum" dedi, "neden sordun, bir sıkıntı mı vardı?"
"Yok be canım abiciğim" dedi genç adam sıcak, dost bir tavırla, "çocukluğum bu evde geçti, biliyor musun? 11 yaşına kadar burada oturdum ailemle. Aha (eliyle işaret ediyor) şu üstteki odada kalıyordum. 3 kardeşimle paylaşırdım odayı. Abi ne olur biraz bahçeye inmeme izin ver. Daha yakından bakmak, duvarla dokunmak istiyorum."
Duygulandı Beyefendi. Anılar diye geçirdi içinden bir an, ilk yaşanan evler, kardeşler, ah o çocukluk günleri... O oyunlar, kardeşçe yapılan kavgalar, belki küskünlükler, evin hemen önündeki daracak yolda topa abanmalar... Belki odada yapılan yastık kavgaları, anneden, babadan yenen terlikler... Anılar... Sökün etmezler mi insanın içinin derinliklerinden!
Delikanlı dokundu duvarlara. Gözleri ışıl ışıl birkaç cümle daha döküldü dudaklarından, ama heyecandan yarım yamalak.
Yakışıklı delikanlı biraz sakinleşince, "Kaç kişi yaşıyordunuz bu evde" diye sordu gence arkadaşım.
"Ablacığım" dedi bütün yüzüyle gülerek, "8 kişilik bir aileyiz biz..."
"Bu evi pek göremiyorsun galiba delikanlı" dedi Beyefendi, "uzaklarda mısın?"
"Antalya'da oturuyorum ve ne zaman İstanbul'a düşsem, mutlaka görmeye gelirim çocukluğumun geçtiği bu eve..."
Sonra izin isteyip ayrıldı delikanlı.
Ve Beyefendi, bir zamanlar yazdığı gazetede, 10 yıl yaşadıktan sonra ayrıldığı dairenin duvarlarını konu ettiği yazısı geldi aklına ve kaçırdı gözlerini arkadaşından...
İŞTE O KADAR
Kızmıyorum artık; bakıyorum, seçiyorum, gülüyorum, geçiyorum...
Baba Söz
FOTOHABER
500T İstanbul'un belki de en namlı toplu taşıma aracıdır. İstanbullular bilir. Otobüs Cevizlibağ'dan kalkıp ta Tuzla'ya gider. Yolculuk en az 2 saat sürer ve 75 duraktan geçilir. Tamı tamına 62 kilometrelik bir yol gidilir, İstanbul trafiğinde. Eeee, bu durumda da sıkılan genç kızımızı, saçlarını yayar bir başkasının sırtını dayaması gereken koltuğun arkasına. Ve sanatçı bütün yüz hatlarını kaplayan bir gülümseme eşliğinde olabildiğince sessiz bir şekilde basar döklanşöre...
OKUYUNUZ
"Sevda ve Süprüntü" adlı eserinde yazar Çek yazar İvan Klima, rejiminin baskıları nedeniyle aydınlar başka ülkelere kaçarken, yaşamını Prag'da sürdürmeye karar veren bir yazarı anlatır. Kafka tutkunu bu yazar bir çöpçü, portakalrengi yelekli bir sokak süpürgecisi olmayı seçer. Çevre ve yaşam parlak ambalajlı ama bir işe yaramaz nesnelerle, anlamsız sözcük ve etkinliklerle doludur...