Bir ‘bey’in ölümü!
Ali Güngör öldü; bu hayatın bir sonu olduğunu, dünyaya ait hiçbir şeyin aslında sahibi olmadığımızı hatırlatarak... Koltukların, rozetlerin, makamların, maddi zenginliklerin ve dünyevî hırsların bir gün mutlaka geride kalacağını ikaz ederek...
O, ‘samimî olmak’la ‘hesap sahibi olmak’ arasında gidip gelinen tercihler dünyasında ‘samimiyet cephesi’nde bir ömür sürdü... İnandıklarını vicdanına hapsetmemek ve onu herkese duyurabilmek için arkasını hesaplamadan hep cesaretle seslendi...
‘Dik’ bir hayat yaşadı... O dikliğin bedelini ödedi... ‘Rahşan affı’nı içine sindiremedi... Gereğini yaptı ama karşılığında 2002 yalnızlığına mahkûm oldu...
Yine de bırakmadı mücadeleyi... Genç yaşından itibaren omuz verdiği siyasî yuvasından ayrı kaldıktan sonra son nefesine kadar memleket derdiyle yaşadı... Gençlik Kolları Genel Başkanlığı’ndan Teşkilat Başkanlığı’na kadar her kademede görev yapan Ali Güngör’ün bu heyecandan kopması elbette mümkün değildi...
***
Ali Güngör ve arkadaşlarının 80’lerin başında Ankara’ya gelenler için özel bir önemi vardı... Ülkücülerin lideri ve kadrolarının büyük bir bölümü Mamak Askeri Cezaevi’ndeydi... Dışarıda yorgunluğa ve ümitsizliğe teslim olmamış, yeniden toparlanmanın ve yola koyulmanın derdine düşmüş sınırlı sayıda insan kalmıştı...
Ali ağabey onlardan birisiydi, hakkını burada yemeyelim, tıpkı Devlet Bahçeli gibi, Muharrem Şemsek gibi... Çalınan eski dost kapılar bir bir yüzlere kapanırken, çelimsiz omuzlarıyla mücadeleyi yeniden başlatmak isteyenlere alaycı nazarlarla bakılırken, idealist bir avuç insanın kıymeti daha da artıyordu... Tabii en başta üniversite gençliğinin gözünde...
‘İcazet’ kavgaları can sıksa da, her şeye rağmen onların yeri farklıydı... Ali Güngör ülkücülerin bu yalnızlığı karşısında devlet memuriyetini bıraktı... Kollarını sıvadı, işe koyuldu arkadaşlarıyla birlikte... Cunta hüküm sürerken, yayıncılık yapacak, dergiler çıkaracak, fikrin yaşatılmasıyla birlikte, dağınık hâldeki mensupları arasında yeniden teşkilat bağı kurulmasına hizmet edecekti...
***
Ölüm, hiçbir canlının kaçamayacağı bir son... Önemli olan arkadan ne bıraktığımız... Kader ise bambaşka bir olgu... 80’lerde ülkücülere ‘bitmiş bir dâvânın, henüz ayıkmamış takipçileri’ gözüyle bakanlar, daha sonraki yükseliş yıllarında yeniden ‘önemli adam’ apoletine kavuşurken, zor zamanın ‘ağabey’i inandıklarını söylediği için dışarıda kalabiliyordu...
‘Siyaset’ ve ‘yol arkadaşlığı’ keşke hep beraber yürütülebilseydi... Yürütülemediği yerde, ikisinden birisi için fedâkârlık gerektiği noktada, kesilip atılan keşke hep ‘siyaset’ olsaydı... Çünkü birinin zamanla telafisi vardı da, diğeri biraz daha zordu...
Her ölüm bir ibret aslında... Tabii ölenler için değil, yaşayanlar için... Bir mezar başında nedametle anılacak hataları gözden geçirmek için... Korunması gereken kadim dostlukların öneminin bir kere daha anlaşılması için...
Muhasebe için... Kan kardeşlerinle, sonradan bulup ona tercih ettiklerin arasında ‘mukayese’ için... Geçen geçti zaten, hiç olmazsa bundan sonrası için... Ölümlerde ‘rahmet’ dilemek için açılan ellerin, sağlıkta, dostlukların ve kardeşliklerin korunması nâmına hep açık kalması için...
Ne güzel ve ne doğru söylemişti rahmetli Galip ağabey: “En büyük eksiğimiz hâlâ birbirimizi yeterince sevmeyi öğrenememiş olmamızdır...”
Cenab-ı Allah her ikisine de rahmet eylesin..