Beyazıd Kulesi’nden ufka baktığınızda İstanbullu olduğunuzu anlard

7 tepenin bütün güzellikleri ayağınızın altındaydı. Öyle şimdiki gibi, İstanbul’un silüetini bozan, adına “gökdelen” dediğimiz, oysa göz zevkimizi ve İstanbul’un o canım görüntüsünü “acımasızca delen” iş ve menfaat kulelerini görmeniz mümkün değildi

İstanbul’da o dönemler böyle kentin görünümünü bozacak abuk-subuk gökdelenler, yamuk-yumuk iş kuleleri yoktu. Şehrin silüetiyle bütünleşmiş üç kule; Beyazıd, Galata ve Kız Kulesi, göğe doğru yükselirdi. Buralara gitmek, buralara çıkmak bizim için gökyüzüyle kucaklaşmak demekti.
Ben Beyazıd Kulesi’ne tırmandığımda 14 -15 yaşlarındaydım. Ana duvarları taştan yapılmış kulenin 256 basamağı olduğunu sonradan ansiklopedilerden öğrendim. Bu basamaklar kale duvarının tersine ahşaptı. Ortadaki seren direği etrafında dönerek tüm kule boyunca yükselirdi. Çık babam çık, ha babam çık... Bazı sivri akıllı arkadaşlarımız, merdiven başında basamakları saymaya başlardı. Ancak yarı yolda ya bıkar, usanır; ya da lafa karışıp saymayı bırakırdı. Bizler ise basamakları çıkarken sürekli konuşup, birbirimize kule ile ilgili hikayeler anlatırdık. Belki de sürekli konuşmamızın nedeni, çıkarken gıcırdayan tahta merdivenlerin çökeceği korkusuydu.


3 defa yıkılıp, yapıldı


Kule, yangınları görebilmek ve haber vermek amacıyla Beyazıt’ta şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının yanında 1749 yılında inşa edilmişti. 85 metre yüksekliğindeki kule, ilk yapıldığında ahşap olarak inşa edilmişti. 1756’daki Cibali yangınında tamamen yandı. Ancak yanan kule, Ağa Kapısı’nın yapımı sırasında tekrar ahşap olarak yapıldı. Kule bu sefer de 1826 yılında Yeniçeri ayaklanması sonrasında, ortadan kaldırılan Tulumbacı Ocağı ile birlikte yerle bir edildi. Dönemin padişahı II. Mahmud, ileri görüşlü bir yöneticiydi. Kulenin yaptığı işin önemini bildiği için 1828 yılında mimar Senekerim Balyan’a verdiği talimatla bugünküne benzer haliyle tekrar yaptırdı. Senekerim Kalfa, kuleyi namlusu gökyüzüne doğru dikilmiş ağızdan dolma bir Osmanlı topu şeklinde tasarlamıştı. Üst kısmına da yangın gözcüleri için bir köşk yaptı. Ancak 19. yüzyıl ortalarında külah biçiminde ahşap bir örtü ile sonlanan kulenin üzerine bugünkü sekizgen planlı ve yuvarlak pencereli üç kat eklendi. Kulenin üst kısmındaki aşağıdan yukarıya doğru ilk kat hem nöbetçilerin yatakhane koğuşu hem de nöbetçi katı olarak kullanılırken, ikinci kata “işaret katı”, üçüncü kata “sepet katı” ve son kata da “sancak katı” denildi.
Biz bu düşünceler ve bu konuşmalarla kulenin Nöbet Katı’na çıkardık.
Burada çevreyi dürbünle gözetleyen itfaiye erleri arasından bizler de o dillere destan İstanbul’un güzelliğini kuş bakışı seyrederdik. Bir tarafta mavi denizle kucaklaşan Topkapı Sarayı, Boğaz’ın girişi, diğer tarafta yemyeşil adalar ve uzaklarda sisler arasındaki Yalova...
Diğer yandan Sirkeci, Eminönü, Köprü ve Karaköy... Karınca misali sağdan - sola, yukarıdan aşağıya koşuşturan insanlar... Haliç’te bata - çıka ilerleyen kayıklar... Bir diğer yanda bütün ihtişamı ile sıra sıra dizilmiş Süleymaniye, Fatih ve Eyüp... Haliç’ten Altın Boynuz’a, Altın Boynuz’dan Eyüp sırtlarına... Bütün güzelliği ile İstanbul, nazlı bir gelin gibi önünüzde salınır dururdu.


Hayalden uyanmak


Öyle şimdiki gibi, İstanbul’un silüetini bozan adına “gökdelen” dediğimiz, oysa göz zevkimizi ve İstanbul’un o canım görüntüsünü “acımasızca delen” iş ve menfaat kulelerini de görmeniz mümkün değildi.
Sizi bu hayal dünyanızdan itfaiyenin güler yüzlü, babacan Çavuş’u uyandırırdı: “Gelin bakalım gençler. Birer bardak çay için de kendinize gelin” diyerek yanındaki itfaiye erinin tepsi içinde bize ikram ettiği çayları yudumlardık. Tabaksız bardakları ‘elimiz yanmasın’ diye, değiştirerek tutardık. İki - üç kişiye bir çay kaşığı düşerdi. Tepsideki tek çay tabağının içindeki toz şekerini de bununla alıp, alel -acele karıştırır, kaşığı vakit geçirmeden arkadaşımıza uzatırdık. Bu bir bardak çay, bizi düşlediğimiz hayallerden uyandırır, kendimize getirirdi. İstanbul’un doyumsuz güzelliği ile birlikte yudumladığımız çayın tadı hala damağımızda ... Aradan 50 sene geçse bile unutamadık.

Yarın hava nasıl olacak?

Uzun yıllar Beyazıd Kulesi, geceleri farklı renklerde aydınlatılarak İstanbullulara ertesi gün havanın nasıl olacağının tahmini yapılırdı. Kulenin mavi renkte aydınlatılması ertesi gün havanın açık olacağını, yeşil yağmuru, sarı sisi ve kırmızı kar yağacağını haber verilirdi. Buna 1995’te son verildi. Ancak 2010 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin girişimiyle tekrar başlandı.

Bir an kule gitti sandık

13 Temmuz 1968’de 6. Filo protestoları sonrasında Beyazıd Kulesi’ne kızıl bayrak çekildiği haberini gazetelerden okuduğumuzda beynimizden vurulmuşa dönmüştük. Bir an kulenin yok edildiği düşüncesi aklımıza düştü. Soluğu Beyazıd Meydanı’nda aldığımızda, kulenin yerinde olduğu ve pankartın kaldırıldığını görünce rahatladık.

“Uğurlar ola köşklü” demek gerekirdi

Yangını bildiren top sesini duyan İstanbul halkı, yerini öğrenmek için “yangın gözcülerini” yani “köşklüleri” beklerdi. Köşklüler güçlü-kuvvetli, gösterişli ve koşarlı delikanlılardan seçilirdi. Uğradıkları yerlerde durur ellerindeki sopanın etrafında dönerek “Yangıınnn Vaarrr!” “Yangınnnnnnn Vaaarrrrrrrrrr!” diye bağırırlardı. Köşklüler yangın yerini kısaca bildirdikten sonra yollarına devam ederlerdi. Yolda köşklüye rastlayanların ve yangın yerini öğrenmek isteyenlerin “Uğurlar ola köşklü” demeleri gerekirdi. Yanlışlıkla “Yangın nerede?” dediklerinde usturuplu bir küfürü yerlerdi.

Yazarın Diğer Yazıları