Beyaz pamuğun kara yazısı...
Çadır bezi ve direkleri kamyonun üzerine yüklendiğinde o küçük çocuk, hiçbir şeyin farkında değildi!.. Bir belirsizliğe mi gidiyordu, bir yaşam kavgasına mı?..
Annesinin, babasının, abisinin ve dört küçük kardeşinin yüzlerindeki o acı fotoğrafa dalıp gitti sürekli...
Yaz ortasında, bir yoksulluk rüzgârı yüzünü yalayıp geçerken, briket duvarların ardında yalnızlığa terk edilen gecekondusuna baktı o çocuk...
Bir sac ekmeğine sürülmüş domates salçasının biçare lezzetindeki günlerini anımsadı!..
Çaput bir döşekte, bir garip uykunun rüya arayan sabileri geldi kahverengi gözlerinin önüne...
Kurtlu sulara mahkûm yaşamları, bulgur aşına köle akşamları... Ve bir naylon torbada, okul yollarını arşınlarken parçalanmış kitaplarını düşündü durdu!..
Hani ağıt gelir de boğazda düğümlenir ya?.. Hani gözyaşlarını gizlemek için o çocuksu avuçlar kullanılır ya, işte öylesine bir çaresizliğin girdabında buldu kendini o çocuk...
Yaz sıcağında, kurumuş bir ekmeğin üzerine dadanmış karıncalar gibi çaresiz adımlar attı o kamyonun çevresinde...
Bu yolun dönüşü var mıydı?.. Kayalık sokakları birlikte arşınladığı mazlum arkadaşlarının Şark Çıbanlı bakışlarına kilitlendi bir an!..
Komşuların yürek yakan duruşlarına takıldı... Yoksulluğun utancı yapışmış al yanaklarında, bir damla gözyaşının şaşkın yolculuğuna isyan etti...
Sonra hep birlikte bir yaz günü, toz bulutunun içinde o kamyonun tepesinde, çadır direkleri, yiyecek kutuları, giyecek çuvalları ve umutlarının üzerine sıralandılar...
***
Hüznün heyecanlı bulamacı!..
Size anlatamaz ki o çocuk, eski zamanları... Siz 12 Eylül darbesinden yıllar önce, sınır kaçakçılığının engellenmesi yüzünden aç kalmış babaları bilir misiniz?..
Bilir misiniz ki, onlar mayınlarda can vermeyi göze alsalar da, o yolda... Jandarma kurşunundan korksalar da sınır boylarında...
Onlar; kaçakçılığın, "sıkıyönetim"e kurban gitmesine isyan etmişlerdi!..
Yapacak bir şey yoktu... İşsiz güçsüz, mesleksiz insanlar "kaçak"tan uzak tutulunca, işte yapacakları tek işe, yani pamuk ırgatlığına yönelmişlerdi...
Urfa'dan, 1970'in sonlarındaki o yaz, yüzlerce külüstür kamyon kalktı ekmeğe muhtaç topraklardan...
Kötüler Mahallesi'nin kayalık sokaklarından kalkan kamyona binen o çocuk ise bir türlü içine sindirememişti, ırgatlık yolunu!..
Henüz çocuktu kardeşleri gibi ve henüz çıkmamıştı yaşadığı topraklardan bir gün olsun dışarı...
Siz; Urfa'dan başka bir şehir görmenin heyecanını, doğduğu mahalleden ayrılığın yarattığı hüzne bulamaç eden bir çocuk gördünüz mü hiç?..
Yaşadınız mı o çocuk gibi, ayrılığın hem sevincini hem de taş kalpli acısını?..
Yüreğiniz burkuldu mu; bir kamyon, köhne gecekonduyu toz bulutu içinde, çaresizce terk ederken?..
***
Umudun gözyaşları...
O çocuk farklıydı diğerlerinden... Sorgulayan, tartışan, yaşamın ince kıyılarında acımasız gözlemler yapan o çocuk sindiremedi içine Çukurova ırgatlığını...
Kamyon, Urfa'nın Akkabe Boğazı'nı geride bıraktığında, öğlen sıcağı bir buhar bulutu yaratmıştı, etrafı dumanlı dağlarla çevrili o şehrin üzerinde...
Beynine kazınan son görüntü oydu işte... Bir zaman makinesi, çocukluğun alışılagelmiş siyah-beyaz fotoğraflarından bir görüntüyü koparıp almıştı o an!..
O çocuk, daracık ve de delik deşik o asfalt yoldan kamyon gürültüsü ve mazot kokusuyla ilerlerken, çevredeki antik mağaraları, suya hasret toprakları ve umudunu yağmura teslim eden köylülerin çabasını izleyip durdu...
Adana'nın Ceyhan'ında... Çevresi pamuk tarlalarıyla çevrili o köye vardığında, gözyaşlarını içine akıttı çocuk;
6 çocukla gurbete düşen babasına, umudunu on metrekarelik bir naylon çadırın orta direğine bağlayan "karayazılı" anasına baktı...
Aslında hepsi; annesi, babası ve kardeşleri ağlıyordu da, gözyaşları onlarla saklambaç oynuyor gibiydi!..
Bir çadırın içinde yaşama tutunmayı o gece yarısı öğrendi işte o çocuk!.. Başlarında bir dam olmadan, sırtlarında bir duvar bulunmadan, nereye gittiği belli olmayan bir "kader"i o gece tanıdı!..
Sabahın alaca karanlığında, rüyasıyla köşe kapmaca oynarken uyandırıldığında; artık Urfa'da, çocukluğunun yoksul ama sıcak sokaklarında değildi!..
Ne "kolcu-kaçakçı" oynadığı arkadaşları vardı yanında, ne de Yılmaz Güney'e özendiği çocukluğu!..
***
Alın terinin voltası!..
Annesi, babası ve dört kardeşi, yüzünü ilk kez gördükleri nice garibanlarla, bellerine bağlanmış beyaz önlüklerle, kahverengi bir toprağın balçığında, güneşin doğuşuna doğru yürümeye başladılar...
Kalem tutan ellerini pamuk dalları çizerken, yoksulluğun taze yarasına derin kanallar açtılar yüreklerinde!..
O gün akşam, güneş batana kadar pamuk topladı o çocuk; annesi, babası ve kardeşleriyle hiç konuşmadan...
Öğlen bir bulgur pilavının kebap lezzeti veren açlığıyla oturduklarında sofraya; yedikleri mazlum lokmaya kurban etmişlerdi tek kelimeyi!..
Ve sonra alın terinin merhabasıyla volta atmışlardı yaşam savaşının "pamuk"lu yollarında!..
O çocuk; o yaz ailesiyle birlikte haftalar boyu, bilmediği bir diyarda, ekmeğinin buğdayını tane tane topladı pamuk kozalarından!..
Bazen yağmurda yüzdü garip çadırları, bazen dolu vurdu savunmasız yuvalarında başlarına...
Tüm kardeşler o yaz çok direndiler... Bulgur aşına inat, kuru ekmeğe isyan ederek direndiler...
Teneke bir leğende yıkandılar, uykuya hasret kaldılar, hastalıklarla boğuştular ve de sırt sırta, el ele, dayanışmayla direnip ceplerinde bir kışı geçirecek parayla topraklarına geri döndüler!..
Söyler misiniz; kimdi kamyonun üzerindeki o garip çocuk?..
OKURLARA NOT: Devletin Anadolu Ajansı önceki gün "Mevsimlik tarım işçilerinin zorlu yolculuğu başladı" diye bir haber yayımladı... Haber şöyle devam ediyordu; "Urfa'da binlerce aile, günlük 40-50 lira karşılığında tarım işçisi olarak çalışmak için batı illerine göç etmek zorunda kalıyor." 40 yıl önce Çukurova tarlalarında pamuk ırgatlığı yapmış biri olarak yukarıdaki haber kahretti beni... 21 Mayıs 2011 tarihli yukarıdaki öyküyü de kahredici ve utanç verici bir çelişki yüzünden anımsattım... AKP Hükümetine sormak lazım; devletin sulu tarım için 32 milyar dolar harcadığı Urfa'da, on binlerce insan niçin halen ırgatlık yollarında heba oluyor?..