Ben olsam önce milletvekillerine dağıtırdım
Gazeteci İsmail Saymaz'ın kısa öykülerinden oluşan Çay Güzeli'ni okuduktan sonra, hatta okurken ilk dediğim:
- Sen ne yaramaz, ne haşarı, ne baş belası çocukmuşsun arkadaş!
Şimdilerde yaptığı haberlerin muhataplarına hissettirdiklerine bakınca; şaşırdık mı?
Asla!
Allah'ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok, şunu da eklemeden geçmedim:
- Böyle evlat düşman başına!
Kitabın, otobiyografik nitelikteki ilk bölümünde Saymaz kâh bir kamyonun altında, kâh kolu alçıda çıkıyor okurun karşısına...
Sonra...
Bir gün Ülkü Ocağı'nda, bir gün Menzilcilerle zikrullahtan zikrullaha!
Kitaptan ilk anladığım "peygamber sabrı" varmış ana-babasında; yoksa yürek dayanmaz düşe kalka izlediği rotaya.
***
Şaka bir yana...
Saymaz, "Deniziyle olan bağı otoyollarla koparılanların, HES'lerle deresi kurutulanların, yaylasına kastedilenlerin, başbakan ve cumhurbaşkanı çıkarırken köyünde sele ve heyelana kurban gidenlerin, müteahhitleri metropole inşaatlar dikerken, üst geçitlere şehit oğullarının isimleri yazılanların, Erzurum'da toprağı para etmediği ve kırkılacak kuzusu kalmadığı için Rize'ye göçenlerin, tahta el arabasının ardında ömür tüketen İspirli hamalların öyküsü" diye özetlemiş önsözünde Çay Güzeli'ni.
Sahiden öyle.
Yoksulluğun, aşkın, özlemin, hasretin, hırsın, cesaretin, korkaklığın, kaçmanın, deliliğin, veliliğin bazen iki kişi arasında, bazen kocaman bir ailede, bazen köy meydanında, bazen bir Pazar yerinde, bazen haylaz çocukların dilinde yaşanan hali Çay Güzeli. Ve fakat son tahlilde, o insanlar her ne yaşıyorlarsa topu da memleketin sevk edildiği yolda paylarına düşenlerden ibaret aslında.
Dolayısıyla...
İletişim Yayınları'na yahut İsmail'e naçizane diyeceğim;
Bu kitabı herkesten önce TBMM'deki milletvekillerine yollasaydınız keşke.
Hiç ilgisi yok gibi görünüyor belki ama o satırların arasına sıkışan her duygu, her durum; onların ellerini hiç düşünmeden indirip-kaldırarak aldıkları kararların dolaylı neticeleri...
Okusalar, mesela Cerattepe'nin mahvına onay verirken, mesela çay bahçelerini adeta ateşe verirken, mesela fındığı zayi ederken, mesela betonları, asfaltları, ucube yapılarıyla doğayla kavgaya tutuşur ve büyük bir öç afetine neden olurken, aldıkları kararların en nihayetinde "cana değdiğini" fark eder ve bir durup düşünürler belki.
***
"Katillere müebbet, Fırat'a adalet" midir sahi?
------
Öğrencisi olduğu Ege Üniversitesi'nin kampüsünde, PKK/KCK yapılanmasına dahil öğrenci kılıklı terör örgütü üyelerince katledilen Fırat Yılmaz Çakıroğlu davasında dün karar günü olması bekleniyordu.
Ancak...
Son duruşmada "adalet" umudunu yeşerten savcılık makamının mütalaada yaptığı değişiklikler dolayısıyla sanık avukatları ek süre isteyince duruşma 18 Temmuz 2017'e ertelendi.
Adaletin tecellisinin en önemli ayaklarından biri gecikmemesi; tez verilmesi.
Her şey; suç, suçlular, suç delilleri somut biçimde ortadayken, karar anının yaklaştıkça uzaklaşması(!), bir grubun ikna olmasına yardımcı olur belki;
Adalet, adalet saraylarında aranmakla da bulunamayabiliyormuş değil mi?
Kaldı ki...
Velev ki 18 Temmuz'da "katillere müebbet" gelecek;
Peki bu "Fırat'a adalet" olacak mı sahi?
Dönemin rektörü ve bu katle göz yuman diğer üniversite yöneticileri bu dosyaya dahil edilmediği müddetçe hangi hüküm karşılık gelebilir "adalet"e?