Şu anda terörden sonra Türkiye’nin en önemli meselesi, bizi geleceğe taşıyacağı, siyasi, iktisadî, sosyal birçok sorun ve çözümünü de ihtiva ettiği için, sistem meselesidir, yakın görünürde başkanlık sistemidir. Bunu doğru değerlendirmek, iyi tahlil etmek zorundayız.
İnsanlık, daha gerçekçi bakışla, ilerleyen toplumlar, siyasi ve idari alandaki, tek kişinin egemenliğinden, gücü paylaşan, daha çoğulcu ve fakat adil sistemlere doğru tekâmül etmişlerdir. Buna demokrasi denmektedir. Bunun da geçirdiği merhaleler, şekli veya samimi devreler bulunmaktadır. Bu sistemin engellerini de insanlık tanımış, ayrıca bizzat demokrasinin de sorunları ve arızalarından sözedilir olmuştur. Ama Türkiye’nin bugünkü sorunu başkanlık sistemidir. Bu şekil, insanlıkta ileriye doğru değil, geriye doğru bakılacak bir mesele olduğu halde, bugün demokrasiye ve modern görüşlere bulandırılmış, ihtiraslar olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte, adı “başkanlık” olmasa da, hakanlık, şahlık, padişahlık, krallık v.b. adlarıyla, tek kişinin egemenliğinin esas olduğu idarî ve siyasi şekilleri yaşadık. Hala devam edenler var. Geçmişte bu başkanlıkların faydalı işler yapanları da, çok zarar verenleri de oldu. Bu incelenmeye değer bir konudur. Bugüne uydurulmaya çalışırken, toplumsal değil, zümrevi çıkar ve ihtirasları hedef alan bir başkanlık sistemi, adeta dayatılmak isteniyor. Birçok mazaret bahane edilerek.
Başkanlık sistemi olmaz diye birşey yoktur. Anayasası, yasaları, kuralları iyi konmuşsa, vazgeçilemez bazı şartları taşıyorsa, neden olmasın? Samimiyetle toplumsal hedef, sorunların azalması ve çözümler burada görülüyorsa, neden denenmesin? Ancak şartların hemen ilk üçü bulunmalıdır. 1. Seçim, 2. Danışma/meşveret, 3. Denetim. Bunlar olmazsa, tiranlık, diktatörlük v.b. olur. Başkanın, devletin başı olması yetmez, cumhurun da başı olması gerekir. Çünkü o devlet, işgal devleti de olabilir, topluma yabancılaşmış bir devlet kadrosu haline de gelmiş olabilir, bir sınıf, zümre devleti, yahut bir menfaat çetesi olabilir. Bunun başı olmak yeter mi? Cumhurun başı olmak farklı bir anlam taşır. Samimiyetle, tarafsız olarak, adaleti gözeterek, cumhurun başı, o cumhurun maddi-manevi kültürünü temsil eden, tarihine ve kimliğine uygun bir baş olmalıdır. Devlet ve cumhur ilişkisini ima etmişken, üç şarta ilave edilmesi elzem olan diğer bir şart da söyleyelim: Başkanın kanun yapma yetkisi olamaz. Kendisinin oluşturduğu çevresiyle birlikte de olsa, tek başına da olsa böyle bir yetkisi bulunmamalıdır. Ana veya icraat kanunlarını ilmi heyetler, uzmanlar, toplumun seçtiği temsilciler yapar, bunu topluma da onaylatır.
Başkan tarafsız olmalıdır. Sadece hak ve adaletten, insanî boyuttan, milletten, vatandan taraf olabilir. Başka bir taraftarlığı olamaz. Toplumun kesimlerine, sınıflarına, varsa siyasi partilere, derneklere, vakıflara, bütün sivil toplum kuruluşlarına eşit mesafede olmalıdır. Eğer bunlar arasında bir arıza, bir çekişme, bir rekabet, en olumlusu olarak bir yarış varsa, başkan, bunlardan birinin başı olamaz. Ya bu parçanın başı olmayı, ya cumhurun başı olmayı terketmelidir. Bu hukuk ve adaletten başka, aklın bir gereğidir. Şimdi siz, Fenerbahçe Kulubü Başkanını, bu görevini terketmeden Futbol Federasyonu Başkanı yapabilir misiniz? Yapabilmeli misiniz? Parçalar arasında, bir rekabet, bir muhalefet sözkonusu ise, bütünün başına ait kuralları buna göre koymalısınız. Böyle bir sorunlu alanda, bir başkan düzgün hareket etse bile, sonra gelecek birinin aynı kişiliği göstermesinin garantisi yoktur. Sistemi doğru oturtmalıdır. Şüphesiz her insanın bir temayülü, fikir ve ideoloji beğenileri, tercihleri vardır. Başkan da olsa, insanları bundan soyutlayamayız. Fakat bunu açıkça belli ediyor ve kullanıyorsa, adaleti bozuyorsa, dahası bu farklılığı yüklenmiş ve kavga içinde olan gruplara açıkça dahil olmuşsa, bunu engellemelidir.
Tarihe bakalım: Yönetim şekillerinin tamamına yakını, iptidai veya biraz gelişmiş şekliyle de olsa, başkanlıklar şeklindedir. Bunların, cumhurun başı olması zımnîdir, yani devletin başı olmalarından dolayıdır. İşin içine dini de sokarak öne çıkmış, örneklere bakalım. Yine mi din, diyecek olanları biliyorum. Ancak gerçekçi olur, hayalperest davranmazsak, görürüz ki dinin söz konusu edilmediği bir toplum ne var olmuş, ne olacaktır. O halde gerçekçi olup, bunun doğrusuna yaklaşmak durumundayız. Zaten insanlığın çektiği, bunun ya istismarı, ya doğrusunu anlayamamaktan gelmiyor mu?
Peygamberleri, örneklerimizin ve kurallarımızın içine oturtamayız. Onlar özeldirler. Vahiy denilen bir destekle görünmüşlerdir. Her ne kadar toplumdan ve yönetimden sorumlu olsalar da, özel bir statü taşırlar. İnanmayanlar, sorunları arttırmaktan başka işe yaramazlar. Elbette inananların da doğru bir anlayış ve samimiyet içinde olmaları gerekir. İnanmayanların da hak ve hukukunu, inananların gözetmeleri istenir. Peygamberler, özel de olsa, hukukun ve adaletin ötesinde değillerdir. Zaten vahiy bunu vurgulamıştır.
İslamı, tekrar ve tepe noktada tebliğ eden Hz. Peygamber’den sonra, idareye bakalım. Sistem başkanlık sistemidir. Ama dört şart da yerli yerindedir. O günün şartlarında, basit de olsa bir seçim olmuştur. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer seçilmişlerdir. Daha sonrakilerde kamplaşma ve kavga, ihtilaflar başladığı, daha da sonrakilerde saltanatlar oluştuğu için, olumlu örnekleri oralardan seçemeyiz. Hz. Ebubekir seçildi. Cemaatin denetimine açıktı. Muhalif olduğu zannedilen, gerçekte öyle olmayan Hz. Ali’ye sık sık danışırdı. Diğer sahabelere danışmadan iş yapmazdı. Hz. Ömer de öyleydi. Bir gün mescitte, cemaate şöyle dedi: Ben müminlerin emiri (Başkan) olarak soruyorum. Bende bir eğrilik görürseniz ne yaparsınız? Biri kalkıp, “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” dedi. Bu ürpertici sözün daha muhteşemi Hz. Ömer’e aittir: Ya Rabbi! Sana şükürler olsun, Ömer kulunu düzeltecek kimseler var. Din, bunu desteklediği gibi, daha da geliştirici ilkelere sahiptir. İtaat iyi olanadır, kötülüğe değildir. Cihadın büyüklerinden biri, zalim bir padişahın karşısında doğruyu söylemektir. “İçinizde daima iyiyi emreden, kötülükten alıkoyan kimseler bulunsun.” bunları diyen dindir. Yönetim bozulmuşsa buna dair de sözü vardır: Her toplum layık olduğu idareyi bulur.
Denetimsizlik Allaha mahsustur. Peygamberler de denetime tâbidirler. Hem de iki yönden. Hem Allahın denetimine, hem dünya işlerinde toplumlarının denetimine. İkinci denetim, saygı ve itaat içinde olmak üzere, hatırlatan, bazan itiraz şeklinde olmuştur, peygamber bundan memnun olmuştur. Allahın peygambere ikazları, inancı ilgilendirmeyen bazı hataların düzeltilmesidir. Peygamberlerin bile kurtulamadığı denetimden kaçan, inançlar, diktatörler, zalimler, insanlığın başına bela olmuşlardır. Bunlara başkan dense ne olur, başka bir ad verilse ne olur. Denetimden ve adaletten kaçanlar, ya açıkça zulmetmişlerdir, ya her türlü hileyi, entrikayı, yoldan çıkmışlığı kullanarak, yine zulmetmişlerdir. Üstelik bu zulmü “siyaset” kavramıyla süsleyerek yapmışlardır.