Bağıra bağıra gelen perşembe
Bu işin bir dibi olmalı ama galiba olmayacak... Artık dalga geçme sırası BDP’lilere gelmiş... Düne kadar MHP’ye ilişmemeye özen gösterenler, şimdi akıllarınca makara yapıyorlar... Caydırıcılığın nasıl yerlerde süründüğüne dair ilginç örnekler yaşıyoruz...
Genel Başkan Bahçeli’nin “Kandil’e bayrak dikilmeli” sözlerine BDP’li Hasip Kaplan “Kerkük’e pasaportla gidemeyenler, Kandil’e bayrak dikmek istiyorlar. Üç yol var, Zağros, Botan ve havadan. Önden buyursunlar” cevabını verdi... Ama ondan daha aşağılayıcı olan BDP Eş başkanı Demirtaş’ın sözleriydi... Bahçeli’nin “BDP’lilerin dokunulmazlıkları kaldırılsın” teklifiyle ilgili twitter hesabından “BDP’nin kuruluşu 2008, 2+8=10. Benim yaşım 40, 40x10=400. Senin yaşın 64, 64+400=464. 100 de benden... Ekle, etti mi 564. İşte fezleke sayımız” dedi... Demirtaş aklınca Bahçeli’nin meşhur rakam takıntısıyla ve özellikle sonuçta 40’ı bulduğu “40. yıl” hesabıyla dalga geçti...
Nereden nereye? Orhan Doğan’ın ekrandaki o ezik duruşundan, meydan okuyan ve kafa yapan pozisyona gelindi... Tersinden okursak, ‘hasımlığından endişe duyulan hâl’den, ‘varlığı umursanmaz, hatta aşağılanabilir’ kimliğe bürünüldü!.. Öyle olmasaydı, bu adı geçenler hangi cesaretle MHP liderine bu cevapları verebilirdi? Bu tespit, partinin oy sayısından bağımsızdır... Çok daha az oy seviyesine sahipken bile çok daha fazla saygınlık ve caydırıcılık taşıyan parti, bugün koridorda önüne gelenden omuz yiyen silik bir varlığa dönüştürülmüş...
Kapı aralanmaya, Fikri Sağlar’ın 1999 seçimlerinden sonra yaptığı çirkin benzetmeyle başladı diyebiliriz... Sağlar, MHP’nin büyük bir grupla Meclis’e ayak basmasını, Hitler’in Reichstag’a girmesiyle özdeşleştirmişti... Ona göre Türkiye’de ‘faşizmin ayak sesleri yükseliyor’du ve MHP rozetiyle Meclis’e giren ‘onlarca katil’ bunun en önemli işaretiydi!.. Zaten ardından Rahşan Ecevit’in ‘eli kanlı katiller’ hakareti gelmişti...
İki yıl öncesini hatırlayalım... Bahçeli, Meclis kürsüsünde konuşurken, kameralar Tayyip Erdoğan’ı gösteriyor... Erdoğan sinirle bir şeyler mırıldanıyor... Bu olaydan üç gün sonra TV 8’deki Erkan Tan’ın programına çıkan dönemin Genel Sekreteri Cihan Paçacı, o görüntüleri okuttuklarını, Başbakan Erdoğan’ın MHP Genel Başkanı’na sinkaflı küfür ettiğini açıkladı... Eeee sonuç? Hiç bir şey!..
Ergun Babahan’ın cesaret isteyen iftiralarını hatırlatmaya gerek yok... Kılıçdaroğlu’nun ‘yanaşma’ hakaretinden sonra Haluk Koç da MHP’nin 12 Eylül öncesinden kalma ‘faşist kimliği’ne sözde vurgu yaparak kervana karıştı...
Peki geleneksel caydırıcılığa ne oldu? ‘Büyüme’yle ‘caydırıcılık’ neden ters orantılı seyretti? Hangi özellikler törpülendi de ortaya bu sonuç çıktı? Bugün herhangi birisi, siyaseten aynı düşüncede olmasa bile, zaman zaman öfkesinden çekinilen, ama delikanlı duruşuna saygı duyulan ‘mahalledeki ülkücü’nün varlığından bahsedebilir? Sahi çocukların öyle gördükleri ‘ağabeyler’i kaldı mı?
Yapılan haksızlıklara karşı adaletin kanun eliyle değil, ülkücüler eliyle gerçekleştirilmesini savunuyor filan değilim... Yaşanılan o büyük tecrübe zaten bunu akıl sahiplerinden men eder... Anlamaya ve sorgulamaya çalıştığım bu hâle düşüşün nedenleri...
Devlet Bahçeli elbette o BDP’lilere cevap verecektir... Önümüzdeki Salı olmazsa, bir sonraki Salı!.. Keşke Devlet Bahçeli yıllarca kendisine “İyi ki Bahçeli var” güzellemesi yapanların gaz verme girişimlerine cevap verseydi... Keşke kendisinin varlığına şükranla başlayan, ama devamında ülkücüyü ‘Devlet Bey’in üstün çabaları sayesinde serseriliği zaptedilmiş’ bir olguya dönüştüren aldatıcı nitelemelere papuç bırakmasaydı...
Öyle bir fotoğraf çekilmişti ki, ülkücüler ‘iç barışı bozma potansiyeli taşıyan varlıklar’dı... Devlet Bey ise ‘sokağa fırlamak için fırsat kollayan bu ülkücüleri sokaktan alı koyan bir milli sigorta’ydı!.. Bu ‘kaba’, ‘zonta’, ‘yontulmamış’ tipleri ıslah ediyor imajı belli ki hoşa bile gitmişti... Çünkü hiçbirisine öyle olmadığına dair cevap bile verilmemişti...
Anlaşılacağı üzere bugüne rastlantı sonucu gelinmedi... Devlet Bey’e ‘gaz verme lobisi’ ülkücüyü ‘sokak’ edebiyatıyla ‘kasları aklından çok çalışan’ imaj alanına hapsediyordu... Bunun etkisinde kalıp, sözde elitlerce İstanbul’a sonradan gelen taşralılar için yapılan ‘takke-tesbih-lahmacun’ üçlemeli küçümsemesine benzer türden, ülkücüler için de soğanlı, sarımsaklı, beyaz çoraplı bir resim çizerek şahsiyetleri aşağılayanlar yabancılar değildi!..
Ezildikten, aşağılandıktan, örselendikten, özgüven problemine sürüklendikten ve yönetimden planlı biçimde uzak tutulduktan sonra geriye ne gibi bir ‘caydırıcılık’ kalacaktı? Demokratik tepki haklarını kullanmaları bile ‘şüphe’ ve ‘provokasyon’ endişeleriyle bastırılanlar nasıl olacaktı da eski saygınlığını koruyabilecekti?
Şimdi bu ekilenler biçiliyor, dalga geçilerek, küfredilerek, iftira edilerek... Kimin ağırına giderse gitsin, maalesef gerçek bu...