Röportaj: Mayis Alizade / Yeniçağ
Profesyonel Azerbaycan resim sanatını Türk resim sanatıyla kıyasladığımızda arada 60-70 senelik bir zaman farkının olmasına rağmen Rus empresyonizminin ‘askerî paltosu’ndan çıkmış Azerbaycan peyzajının Türkiye’den önde olduğunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Avrupa’nın üç güçlü peyzaj ekolünden birine sahip Rusya’nın sanat okullarından yetişmiş fırça ustaları 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana gelen geleneği günümüzde de sürdürmekteler.
Bunun ana nedeni sanat okulu ve akademi öğrencilerinin müzelerde ve açık havada yetiştirilmesidir. Rus peyzaj ekolünün kurallarını bu veya diğer ölçüde benimsemiş bir sanatçının dünyanın neresine giderse gitsin o kurallardan vazgeçmesi imkânsızdır. Örnek istiyorsanız, Erivan gimnazyumundayken resim sanatı dersi almış İbrahim Safi’yi gösterebilirim. Safi’nin yakın arkadaşı olmuş koleksiyoncu Naci Terzi bana yaptığı açıklamaların birinde “İbrahim Safi Türk resim sanatına ‘renk’ kavramını getirdi” demişti. İşte İbrahim Safi ile aralarında 11 yaş fark bulunan ve Rus ekolünden yetişmiş başka bir Azerbaycanlı ressamla ilgili Türk sanatseverlere biraz da olsa bilgi sunma amacıyla bu yazıyı kaleme alıyorum. Evet, dünyanın sanat eleştirmenleri O’na “Azerbaycan’ın Van Gogh’u” titrini kendisi daha hayattayken vermişti.
Adı-soyadı: Settar Behlülzade.
15 Aralık 1909’da Bakü banliyösündeki Emircan kasabasında dünyaya gözünü açtı. Çocuk yaşlarından resim çizme yeteneğinin fark edilmesine rağmen bölgenin muhafazakâr geleneğine uyan ailesi onu sanat okuluna göndermedi. 1927 yılına gelindiğinde başladığı sanat eğitimini 1933 yılından itibaren SSCB’nin en güçlü sanat yerlerinden biri olan Moskova’daki Surikov Ressamlık Akademisi’nde sürdürdü. Grafik bölümünde dönemin çok ünlü ustalarından (kendisi hep Y.Favorski’yi örnek göstermişti) ders alırken üçüncü sınıfta resim bölümüne yatay geçiş yaptı. Mezuniyet çalışması olarak Azerbaycan tarihinin o dönem yüz tutulması riskli sayılacak bir dönemi olan ‘Babek Direnişi’ni konu alan eserini 1939 yılında bitirdi. Moskova’dan temelli dönüş yaptıktan sonra bir dizi tarihî konuyu tuvale aktarırken büyük ebatlı tabloları müzeler tarafından alındı. 1950’li yılların başında peyzaj türüne yönelmesiyle Azerbaycan’ın farklı bölgelerinde açık havada çalışmalar yaptı. İşte Settar Behlülzade’ye “Azerbaycan’ın Van Gogh”u denmesinin ana nedenlerinden birinin bu olması gerekir. Daha sonra Azerbaycan’ın dışına çıkan sanatçı Kafkasya’nın farklı bölgelerinde yaptığı büyük ebatlı yağlıboya çalışmalarını SSCB’nin en büyük galerilerinde seyircilerle buluşturdu. Sisteme aşırı aykırı olmadığı sürece SSCB yönetimi sanatçıların yurt dışında tanınmasına özel çaba harcadığı için önemli fırça ustalarının yurt dışındaki fuarlara, karma sergilere katılımına destek olur, kişisel sergilerini açardı. 1950’lerin sonlarına doğru Settar Behlülzade de tabloları yurt dışında sergilenen Sovyet ressamlarının saflarına katılırken Batılı sanat yorumcuları ve tarihçileri onun yapıtlarını görür görmez “Çağımızın Van Gogh’u” değerlendirmesini yapıyordu. Peyzaj ve natürmort alanında sadece Azerbaycan’ın ve SSCB’nin değil dünyanın en önemli fırça ustalarından biri hâline gelmesine rağmen Settar Behlülzade bunu hiçbir zaman böbürlenme malzemesi yapmadı. Tam tersine, Azerbaycan’ın doğasına, dağlarına, çiçeklerine, meyvelerine olan aşkını daha büyük şevkle tuvallerinin üzerine taşıdığı gibi özellikle 1960’ların ortalarından başlamak suretiyle “Emekçi” imgesi de onun yapıtlarında sık sık görüldü. 1965 yılında TV’ye verdiği bir röportajında “Halkımızın emekçileri, çalışanları, çiftçileri yapıtlarımızın merkezinde olmalı” derken adeta ilerleyen dönemler için sanat manifestosunu da ilan etmişti. SSCB döneminde çok sıkı eledikten sonra verilen “Devlet Sanatçısı” (Halk Ressamı) ünvanını 1963 yılında almasına rağmen Settar Behlülzade diğerleri gibi hiçbir zaman o ismin kölesi olmamış, rejime karşı söylenmesi gereken sanatçı ve aydın sözünü asla esirgememiş ve sanatına, sadece sanatına daha sıkı biçimde bağlanarak yalnızlaşmayı yeğlemiş, sanatının kulu-kölesi olmuştu. Tanıkların birinden dinlemiştim. Devletin finanse ettiği Ressamlar Birliği’nin yanlış uygulama girişimlerini protesto etmek amacıyla bir akşam tablolarını ressamların oturduğu apartmanın avlusuna çıkararak hepsini birden yakmak istemiş ancak, yanlış uygulamaların geri çekileceğine ilişkin Azerbaycan yönetiminden söz aldıktan sonra eylem girişiminden vazgeçmişti...
Ve yanılmıyorsam, 1972 yılında layık görüldüğü Azerbaycan Devlet Ödülü’nü de bazı durumları protesto etmek amacıyla bir süre kabul etmemişti. Bu davranışı zaten toplumun efsane gibi gördüğü Behlülzade’yi daha da büyütmüş ve gelecek kuşaklar için örnek teşkil edecek bir kişilik hâline getirmişti. Ressam, tiyatro sahneleri dekoratörü Emil Seyidızayev dünyaca ünlü sanatçıyla ilgili görüşlerini Yeniçağ okurlarıyla paylaşıyor:
“Beş yaşımdayken en büyük dayım beni Hazar Denizi kıyısındaki bulvara gezdirmeye götürmüştü. Yanılmıyorsam çayhanenin ismi ‘Lale’ydi, bir de Vali Bahçesi’ndeki çaycıya gidiyordu. İçeri uzun boylu, uzun saçlı, pardesüsü buruşmuş hâlde ilginç bir adam girince ben de sıra dışı bir etki yarattı. İçerisi sigara dumanıydı, radyo makam çalıyordu. Elini kafamın üstüne koyan o adam bağırınca ben korkarak ağlamaya başladım. O anda sanki aramızda bir iletişim oluştu. Herkesin sigara içtiği ve dumandan nefes alınamadığı bir ortamda beş yaşındaki bir çocuğun bulundurulmasını protesto etmek için bağırdığını seneler sonra idrak edecektim. Beni kafasının üzerine kaldırıp kısa süre döndürdükten sonra yere koymuştu. Uzun süre sonra dayım o korktuğum kişinin Settar Behlülzade olduğunu söylemişti. Bundan 17-18 sene önce çevirdiğimiz ‘Bizim Settar’ filminde dünyaca ünlü o sanatçının bir çok bilinmeyen yönlerini keşfetmeye çalışmışız. Settar Behlülzade’yi beş yaşımda görmemi yaşamımın lütfu olarak değerlendiriyorum.”
1970’lere gelindiğinde Azerbaycan’ın sadece sanat ve edebiyat camiası için değil toplumun tamamı için efsane bir insan hâline gelmiş Settar Behlülzade’nin sağlık durumunun kötüleşmesi endişeleri artırırken tedavi için Moskova’ya gönderilen dünyaca ünlü sanatçı 13 Ekim 1974’te kanser tedavisi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Behlülzade’nin kişiliğinin bir çizgisi de vasiyeti açıklandığında ortaya çıkmıştı. Sovyet diktatoryası yöneticilerinin uyuduğu Devlet Mezarlığı’nda (“Fahri Hiyaban”) uyumayı reddeden Azerbaycan’ın Van Gogh’u doğduğu Emircan kasabası mezarlığında annesinin yanına gömülmeyi vasiyet etmişti.
Vasiyeti yerine getirilirken sanatın iki kriterinden birinin şahsiyet, kişilik olduğunu fiziki ölümüyle de kanıtlamıştı..
Sosyalist devrimden sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalmış Mark Şagal’ın Moskova’daki ilk sergisini Eylül 1981’de izleme fırsatım olmuştu. Komünist yönetim o sergiyi Kremlin’de açmıştı.
Ocak 1982’de ise Settar Behlülzade’nin doğup ve büyüdüğü ve mezarlığında uyuduğu Emircan kasabası camisinde açılmış sergisini...
Ve bir de ölümünden yaklaşık beş sene sonra şair Abdul Ağa Kazım’ın kaleme aldığı:
“Sızlar ana toprak nerde Settar, nerde Settar”
şiirini asla unutmadım...
Azerbaycan’ın Van Gogh’u ünvanını hayattayken hak ederek almış Settar Behlülzade’nin sanatı ve kişiliği her bir gerçek sanatçı için örnek olabilecek niteliktedir.