Geçtiğimiz Sonbahar’da Polonya'nın Hukuk ve Adalet Partisi’ni iktidardan indiren Tusk, eski iktidar partisinin temsil ettiği anti-demokratik liberalizme karşı tavizsiz bir duruş sergiliyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Tusk’ın Sivil Koalisyonu, AB'deki tüm büyük ana akım partileri arasında en iyi performansı sergileyerek %37.1'lik bir orana ulaştı.
Tusk'ın başarısının ardına, Hukuk ve Adalet Partisi’nin zayıflamış olması değil, seçimi Avrupa Birliği'nin kaderiyle ilgili olduğu konusunda halkı ikna etmesi yatıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse Tusk, seçimi kendi koalisyonu ile AB'ye karşı olan tüm partiler (başta Hukuk ve Adalet Partisi) arasında bir yarış olarak halkına kabul ettirdi. Bu da ciddi bir kutuplaşmayı yaratarak, Tusk’u parlattı.
Polonya'da Sivil Koalisyon'un zaferi, gelecek yıl yapılacak seçimlerde muhtemelen başkan adayı gösterilecek Varşova Belediye Başkanı Rafal Trzaskowski'nin şansını da arttırmış durumda. Trzaskowski'nin görevdeki Hukuk ve Adalet Partisi'nin yandaşı Andrzej Duda'ya karşı kazanacağı bir zafer, Hukuk ve Adalet Partisi'nin yaklaşık on yıllık iktidarının yarattığı tahribatı tersine çevirebilir.
Sivil Koalisyon'un zaferi sadece Polonya’da değil tüm Avrupa için etkili sonuçlar doğuracaktır. Zira Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un partisinin, Almanya Başbakanı Olaf Scholz'un koalisyonunun ve İspanya Başbakanı Pedro Sanchez'in yenilgisinin ardından Polonya'nın Avrupa merkezinin temsilcisi olarak etkisi önemli ölçüde artmış durumda. Tusk şu anda Avrupa Halk Partisi'nin (EPP) en büyük fraksiyonunun lideri konumunda. Bu grup, ana akım muhafazakarlar ve merkezcilerden oluşan, toplamda en çok sandalye kazanan Pan Avrupa Koalisyonu olarak yükselme eğilimini koruyor.
Ancak bütün bunlar Tusk'ın elde ettiği zaferi istisna görmemiz gerektiğini vurguluyor olabilir. Avrupa’da aşırı sağcı dalgadan duyulan endişelere rağmen yaşananların devrim niteliği taşıdığı da bir gerçek. Uzun yıllardır Avrupa Parlamentosu'nu kontrol eden merkez partiler, 720 sandalyenin 453’ünü elde ederek çoğunluklarını korudular. Popülist aşırı sağ her ne kadar Fransa, İtalya ve Avusturya'da kazanmış olsa bile hala AB politikasını tersine çevirmek için yeterli sandalyeye sahip değil. Dahası, aşırı sağ kendi içinde de bir bütünlük arz etmiyor.
Almanya'da Yeşiller ve Hür Demokratlar zayıfladı ama merkez sağ, Hıristiyan Demokratlar EPP içindeki gücünü koruyor. EPP'nin katılımı olmadan bir çoğunluk koalisyonunun kurulması imkansız olmasa da olası gözükmüyor. Bu durumda Ursula von der Leyen'in Avrupa Komisyonu başkanlığına ikinci kere seçilmesi artık daha güçlü bir ihtimal. Leyen, elinde bulunduğu sandalye sayısıyla merkezden hareket ederek çeşitli koalisyonlar kurabilecek durumda. Leyen’in göç konusunda sağa, çevre politikası için ise solla birlikte hareket etme olasılığı oldukça yüksek.
Avrupa için şu anda en büyük endişe, AB'nin geri kalanına kaos ihraç edebilme potansiyeline sahip olan Fransa. Marine Le Pen'in aşırı sağcı partisi, Macron'un partisini ikiye bir farkla mağlup etti. Macron şimdiden erken seçim ilan ederek olayları lehine çevirme yarışına girmiş durumda. Le Pen'in desteklediği adayların ülkedeki ilk tur oylamalarında en büyük desteği alacağı neredeyse kesin olsa da önemli olanın ikinci tur olduğunu hatırlamakta fayda var.
Macron’un karşı karşıya kaldığı eb büyük sorunlardan biri, aşırı solun yaşadığı büyük kan kaybı. Geçmişten farklı olarak, Fransız seçmenlerin çoğunluğunun ikinci turda aşırı sağcı adaylara karşı birleşeceğinin garantisi yok. Macron taraftarları solda yaşanacak bir bölünmenin seçimin kaybedilmesiyle sonlanacağı konusunda hemfikir. Bundan dolayı da solu temsil eden bir çatı aday ile Le Pen'in karşısına çıkma stratejisine sıcak bakıyorlar ve son birkaç gündür kendi adaylarını çıkartmayıp çatı aday etrafında birleşmeyi gündelerine almış durumdalar. Macron taraftarlarının güvendiği diğer bir unsur ise seçmenlerin, ulusal seçimlere kıyasla Avrupa seçimlerinde daha “sorumsuz” davranma eğiliminde oldukları varsayımı.
Le Pen, Fransız Parlamentosu’nda çoğunluğu elde ettiği takdirde Macron için işler oldukça zorlaşacak. Macron, Fransa'yı Avrupa Konseyi'nde temsil etmeye devam edecek olsa bile Le Pen'in müttefikleri ülkeyi çeşitli konseylerde temsil edebilir.
Macron erken seçim kararını alarak kaybetme riskini çoktan göze almışa benziyor. Partisine parlamentonun kontrolünü ve dolayısıyla muhalefet sıralarından çıkıp iktidar sorumluluğunu vermek Le Pen için farklı sorunlar doğuracak. Le Pen çoğunluğu yakalayamazsa, yeni hükümet kurma görevi yüksek ihtimal Macron'a geçecek. Macron şu durumda bile parlamentonun zımni desteğini kazanıp azınlık hükümeti kurabilir. Bu senaryoda Macron'un önümüzdeki yıllarda desteğini yeniden inşa etmek için pek çok fırsatı olacak.
Özetle, aşırı sağ şimdilik kutlama yapıyor olsa da seçimler sonrasında yaşanan değişiklik uzun süreli olmayabilir. Fakat ne olursa olsun bu seçimin asıl kazananı Polonya’nın önemini hayati ölçüde arttıran Tusk oldu.