Atsız'ı kaybedeli otuz dört yıl oldu
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Onu 34 yıl önce, 1975 Aralık’ının 11’inde kaybettik. 34 yıldır Atsız, Türk ırkının şeref taşan efsanesinde gömülü. Biz ise dünya denen mezellette yaşamaya devam ediyoruz.
Atsız, Türk tarihinin şereflerle dolu bir efsane olduğuna inanıyordu. Şimdi o, bu tarihin şerefli anıtlarından biri olarak zihinlerimizde de, gönüllerimizde de yaşamaya devam ediyor. İnsanlık tarihinin en şerefli sayfalarını yaratan Türk kanı, hiç şüphesiz bugün de varlığını koruyor ve bundan sonra da şerefli sayfalar yazmaya devam edecek. Bugün görünen mezbelelik kimseyi aldatmasın. Çirkinlikler olmadan güzellikler, karanlıklar olmadan aydınlıklar doğmaz. Türk kanının yarattığı şerefli tarih kutsal bir millî ruha da vücut vermiştir. Milletimizin maddi temelini oluşturan kan ve manevi temelini oluşturan ruh, bazılarının zannettiği gibi yok olmuş değildir. Karanlıklar içinden bir güneş gibi parlayacaktır.
Nihal Atsız, ülkedeki tehlikeleri çok önceden fark eden, ileri görüşlü bir Türkçü idi. 1967 Haziranı’nda, Ötüken dergisinin 43. sayısında şunları yazıyordu:
“Bugün Türkiye düşmanı fikirlerin başında Kürtçülük gelmektedir. Kürtçüler doğu illerimizde ayrı bir devlet kurmak davası ardındadırlar... (Bunu önlemenin) çaresi, esasen Türk olan doğu illerini büyük bir hızla yüzde yüz Türkleştirmektir. Balkanlardan gelen Türk göçmenlerini İstanbul’a veya Batı Anadolu’ya yerleştirmek gibi şuursuz davranışlar yerine bunları planlı bir şekilde doğuya yerleştirmek, Kastamonu, Sivas, Konya, Trabzon gibi İstanbul’a çok sayıda insan gönderen illerin bu fazla nüfusunu doğuya yöneltmek, büyük endüstri kuruluşlarıyla batıdan yığın hâlinde aydın ve işçi göndermek ve Türkçe’yi yaymak için gereken kültür ve propaganda tedbirlerini almaktan başka çare yoktur.”
Memleket idare etmeyi bütün ülke nüfusunu İstanbul’a toplayıp bu şehri de yaşanmaz hâle getirmek zannedenler, bu yazı üzerine kıyameti kopardılar. Yazıdaki “endüstri kuruluşları” fikrini görmemezlikten gelerek bütün kin ve gayzlarıyla Atsız’a saldırdılar. Bir ülkeyi yönetmenin en önemli yönlerinden birinin, nüfusu planlı ve dengeli bir şekilde bütün ülkeye yaymak, memleketin her tarafını yaşanabilir hâle getirmek ve ülkedeki ortak paydaları mümkün olduğu kadar artırmak olduğunu unuttular; “saldım çayıra, Mevlam kayıra” anlayışının hürriyet ve demokrasi olduğunu zannederek bugünkü “kaos” görüntülerine zemin hazırladılar. Doğruyu değil dosdoğruyu, eğip bükerek değil düpedüz söyleyen ve zaten taşıdığı yiğit ruh dolayısıyla başka türlü söylemesine de imkân bulunmayan Atsız’ı sosyal linçe tâbi tuttular. Aleyhindeki tutum Meclise kadar taşındı ve bir Diyarbakır senatörü Meclis kürsüsünden Atsız’a saldırdı. Bu hava içinde Nihal Atsız ve derginin sorumlu müdürü Mustafa Kayabek hakkında dava açıldı. Mahkeme altı yıl sürdü; 1973 yılında Atsız ve Kayabek on beşer ay hapis cezasına çarptırıldılar.
14 Kasım 1973 Çarşamba günü Atsız, Toptaşı Cezaevi’ndeki 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konuldu. Bir süre sonra Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledildi. O zaman üniversitelerde çalışan genç bilim adamları, milliyetçi aydınlar ve çeşitli sivil toplum kuruluşları bu mahkûmiyeti kınadılar ve Nihal Atsız’ın affı için kampanya açtılar. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Atsız’ı affetti. Böylece yaklaşık 2,5 ay sonra, 22 Ocak 1974’te Atsız hapishaneden çıktı.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.
Saldırıp bir daha dönmemeyi düşünen kahramanlara sahip milletler ancak devlet kurabilirler. Daha ilk enselenişinde yalvarıp yakarmaya başlayanlarla değil devlet, gerilla örgütü bile kurulamaz. Böyle yaratıklar toplumların midesini bulandırır, o kadar!
Yüce Atsız! Irkımızın şeref taşan efsanesinde rahat uyu!