Atatürk taht yerine tahta sandalyeye neden oturdu, en kızdığı gün neler yaşandı?
Gece, Toros’un girişinde geçirildi. Çok soğuktu. Fakat sabah Toros’u geçip de Çukurova’ya bakan Durak İstasyonu’nda durulduğu zaman, herkes trenden indi. Yemyeşil ovaya karşı ılık bir güneş altında yüzlerini ve sırtlarını ısıttılar. Aynı anda adeta iki mevsimi yaşamışlardı.
Beraberindekilere dönerek, “Ne güzel hava, değil mi çocuklar, ne güzel hava!” dedi. Kısa süre sonra eşi de trenden inerek yanına geldi. Latife Hanım ilk kez peçesizdi…
“BEN SENİN KARIN MIYIM, DEĞİL MİYİM?”
Geziyi resmi olarak gerçekleştiriyordu. Üzerinde Mareşal üniforması vardı. Adana, kendisine ona fevkalade bir karşılama töreni hazırlamıştı. Halkın özlemi o kadar fazla idi ki kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk çocuk herkes üzerine atılıyor, sarılıp elini yüzünü öpüyordu.
Kadınların, kızların kendisini öpmelerinden Latife Hanım’ın hoşlanmadığı ve hatta sinirlendiği, geziye katılanların gözünden kaçmıyordu…
Vali ziyaret edildikten sonra Hükümet Konağı’nın merdiveninden iniliyordu. Kalabalığın içinden, yaşlı, tertemiz, köylü giysili, başı al çatmalı bir kadın, merdivenlerden ceylan gibi sekerek önüne atıldı. Adına ‘Sultan Ana’ derlerdi. Adana’nın kurtulması için savaşanlarla cephe arkadaşlığı etmişti. Kucağında bir demet sarı, ‘Gelinali’ denilen nergis çiçeği vardı.
Sultan Ana, “Benim çakır oğlum, bunca zaman çetecilik yaptım… Adaklıyım… Seni öpeceğim! Paşam eğil yanaklarından öpeyim. Eğer razı olmazsan beni öldür,” sevecen ses tonunu yükseltti.
Atatürk gülümsedi, şakacı ifadeyle, “Peki ama bizim hanımdan izin aldın mı?” derken Sultan Ana’nın yanıtı gecikmedi:
“Ben kimsenin iznini bilmem!”
Boynuna sımsıkı sarılıp yanağından öptü, “Ben muradıma erdim oğul! Artık ölsem de gam yemem. Daha ne muradın varsa Allah da sana versin!”dedi ardından da kalabalığa karışıp uzaklaştı.
Akşam Latife Hanım gergindi. Sesinin tonu ayyuka çıktı. Başyaver Salih (Bozok) Bey huzursuz oldu. Duyduklarına inanamadı.
Latife Hanım: Sen bana herkesin içinde nasıl hakaret edersin?
Gazi: Fakat…
Latife Hanım: Fakatı makatı yok… Ben senin karın mıyım, değil miyim?.. Nasıl oturtursun beni arabanın solunda!
Kaldıkları konakta başkaları da vardı. Kılıç Ali atik davranıp içeridekileri boşaltmaya çalıştı, kapıları kapatıp konuşmaların daha fazlasının duyulmasını engelledi. Latife’nin hırçın sesine karşı, elverdiğince rahat görünmeye, kendisine karşılık vermeye çalışıyordu:
- Yanlış değerlendirmeler yapmışsın Latif… Sana bu seyahatin resmi birseyahat olacağını söylemiştim!
- Ne olmuş seyahat resmi ise?.. Ne olmuş Müşir (Mareşal) üniformasıyla çıkmışsan?.. Bana hakaret etmek için gerekçe mi bunlar?
- Lütfen yavaş konuş… Bütün Adana, alt katta bizi dinliyor!
- Bütün Adana değil, bütün Türkiye, bütün dünya dinlesin… Hayır, bana hakaret edemezsin!..
Kısa süren sessizliğin ardından Latife Hanım’ın hıçkırıkları duyuldu. Hemen ardından Gazi merdivenleri indi ve evin bahçesindeki bir ağacın altındaki sıraya oturdu. Kılıç Ali’ye seslendi.
- Kılıç, tavla getir oynayalım!
Bir saat sonra Latife Hanım aşağıya indiği zaman uysallaşmış, gülümsüyordu. Hiçbir şey olmamış gibi erkeğinin yanına oturdu…
1923 Mart’ının on yedinci günü; Cumartesi idi. Mersin’e girildi.
Canı sıkkındı. Bunda eşiyle yaşadıklarının payı da vardı. Mersin zaten her liman gibi biraz kozmopolitti. Karışık diller içinde en az işitilen Türkçe idi. Sinirleri gergindi. Konuşmaları soğuktu.
Belediye’de, Müdafaa-ı Hukuk’ta, Türk Ocağı’nda, okulda… Hep ya kızacak bir aksaklığa ya çatacak bir sakarlığa rastladı…
Yemek yenmesi için Belediye binasına geçildi. Bu kez de belediye başkanının sarıklı olduğunu ve bir hizmetli gibi etrafta koşuşturduğunu fark edince herkesin duyacağı biçimde sesini yükseltti:
- Belediye reisleri hizmetkârlık yapmaz, lütfen yerinize buyurunuz!
Yemek sona erdi beraberindekilerle Millet Bahçesi’ne gelindi.
Bahçe hınca hınç doluydu. Bahçenin orta yerine birkaç basamakla çıkılıp tıpkı tahtları andıran bir yer yapılmıştı.
Kral ve kraliçeye mahsus gibi yaldızlı iki koltuk vardı. Eşiyle sanki o koltuklarda beraber, tüner gibi oturacaklardı. Görür görmez kızgınlığı ikiye katlandı:
- Bu ne maskaralık!
Tahta sandalyelerden birini alıp rastgele oturuverdi…
Tarsus’a doğru harekete geçildi. Adana’da başlayan kızgınlığı sürüyordu. Mersin’e yaklaşırken özel vagondaki dostlarına bir ricada bulundu:
“Karşıma mutlaka Mersin Mebusu Ziya çıkacaktır. Ben bunu sevmem. Yanıma gelmesinden sinirlenirim. Çolak Selahattin (Mersin) Bey ile arkamdan söylemedikleri kalmadı. Şimdi bir yakın dostu imişim gibi halk karşısında, cambazlık yapacaktır. Tekrar rica ediyorum; bu adamı benim yanıma sokmamak için tedbir alın”
Sözünü ettiği Birinci Meclisten, o güne kendisine muhalefetiyle tanınmış Mersin Milletvekili Yusuf Ziya (Eraydın) Bey’di.
Selahattin Bey’i de sevmezdi. 2 Aralık 1922’de, meclis başkanına sunulan milletvekillerinin seçilmesine dair bir kanun değişikliği önerisinde ismi olan kişiydi. Söz konusu kanun ise doğum yerleri o günkü Türkiye’nin sınırları dışında kalanların seçilme haklarını ellerinden alan bir düzenleme önerisiydi…
Yürüyüş son bulduğunda Özel İdare Binasına geldiler. Öğle yemeği yenilecekti. Ancak Belediye Başkanı Ahmet Efendi, bilgisi olmadan yabancı konsolosları da davet etmiş, bu durumdan epey rahatsız olmuştu.
Amacı yurttaşlarıyla samimi bir ortamda buluşmak, dostlarıyla aynı sofrada bulunmaktı.
Tüm çabalara karşın Mersin Mebusu Ziya Bey, heyetten önce gelmiş orada bulunanları görevi olmadığı halde takdime başladı. Tam o sırada ayağa kalkarak müdahale etti:
- Be adam sen kimsin? Teşrifat memuru musun? Her şeye burnunu sokuyorsun. Buranın valisi, belediye reisi vardır…
Belediye başkanı durumu idare etmeye çalıştı. Moraller bozulmuştu. Yemek kısa sürdü. Beraberindekilere kalkmayı emretti, heyet Gençler Yurdu’nu ziyarete geçti. İncelemeler sırasında odalarda bulunan eşyaların kendisinin ziyareti nedeniyle emanet alındığını anlayınca yurda bin lira yardımda bulundu. Oradaki ziyaretinin ardından halkın arasına karıştı. Yoğurt Pazarı’na gelindiğinde esnafla sohbet etti. Yol boyunca gözüne çarpan e çarpan binaların sahiplerini merak edip sordu.
“Bu binalar kimlere aittir?”
Yanıt cemiyet başkanı Hacı Ömer (Kutlay) Bey’den geldi.
“Ermenilere ve Rumlara ait paşam.”
Kaşları çatıldı, “Bu binalar yapılırken siz nerede idiniz?” diye sordu. Yanıt topluluk arasından eski bir asker olan Mezitli Köyü’nden Emin Efendi’den geldi:
“Yemen’de idik Paşam…”
Belki de hayatında ilk kez söyleyecek bir söz bulamadı.