Vahdettin askerin önünden geçerken iki eli de yukarıda, gayrı tabii ve gayrı şuurî selâm vererek yürüdü. Geriye dönüp trene bindik; içine girdiğimiz salonun pencerelerini açtırarak tren hareket edeceği sırada Vahdettin’e:
- Bu pencereden askeri ve ahaliyi selâmlayınız dedim.
- Niçin, lâzım mıdır? dedi.
- Evet lâzımdır!"
Vahdettin, Atatürk’ün çekinmeden yaptığı ihtarlara boyun eğmiş gibi görünerek dediklerini eksiksiz yapar. Tren İstanbul’dan ayrıldıktan sonra kendisi için hazırlanmış olan kompartımana çekilir. Bir süre sonra, tren Trakya topraklarında ilerlerken Vahdettin, Atatürk’ü salona davet eder. Atatürk, anılarında bu buluşmayı şöyle anlatıyor:
"Doğrusu bu davet beni memnun etti. Yarınki padişahı yakından tetkik etmek fırsatlarından birincisi bahşediliyor demekti. Vahdettin’in salonuna girdiğim vakit kendisini ayakta, bana muntazır (beni bekler) buldum. Oturdu. Bana da oturmak için yer gösterdi. Bu dakikada sarayında ekseriya gözleri kapalı konuşan zatı büsbütün başka bir vaziyette buldum. Bilâkis (tersine) gözlerini çok kuvvetle açmış ve dikkatle bana bakıyordu. Bir nutuk irad eder gibi, şu tarzda beyanatta bulundu:
-Affedersiniz Paşa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu bana izah etmemişlerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldığım malumat üzerine gıyaben (yüzünü görmeden) çok tanıdığım ve takdir ettiğim bir kumandanla beraber olduğumu anladım. Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat, kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malumumdur. Siz İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve müftehirim (seviniyor ve iftihar ediyorum).
Vahdettin bu sözleri çok ağır, fakat muntazam (düzgün) söylüyordu. Hayret ettim, icap ettiği gibi cevaplar verdim; aramızda mükemmel, ciddi ve samimi musahabeler (sohbetler) oldu.
O gece için görüştüklerimizi kâfi addederek kendisini fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyip müsaade aldım. Salona avdet ettiğim (döndüğüm) zaman inşirah (gönül ferahlığı) hissediyordum. Düşündüm ki, bu zat akıllı olmalıdır. İstanbul’da ilk buluştuğumuz vakit, o devri bilenlerce anlaşılması kolay olan sebep ve şeraitin (sebep ve koşulların) tesiri altında garip bir hal gösteren Veliaht, İstanbul’u terk ettikten, kendisini tamamen serbest gördükten ve bilhassa muhataplarının şayanı emniyet adamlar olduğunu anladıktan sonra şahsiyetini olduğu gibi göstermekte artık beis (sakınca) görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün ahvali ve zaruretleri anlatabilirim, hatta kendisince yapılacak bazı zeminler üzerinde faaliyete geçebilirim ümidine kapıldım." (Devam edecek)