Atatürk, Montrö Sözleşmesi'nin imzalandığı gece hangi gence, hangi notları aldırdı, hangi şarkıyı dinledi.Yaşar Gürsoy araştırdı.

Atatürk, Montrö Sözleşmesi'nin imzalandığı gece hangi gence, hangi notları aldırdı, hangi şarkıyı dinledi.Yaşar Gürsoy araştırdı.

Atatürk 57 yıllık yaşamına adeta 'Dünya’yı sığdırdı, her saniyesini, vatan topraklarında çarpan yürekli yurttaşlarının mutluluğu için harcadı. İşte onlardan biri; Montrö Sözleşmesi’nin imzalandığı gece yaşandı. Atatürk o gece kimin oğluna notlar yazdırdı, o notlarda neler yazılıydı? O gece hangi şarkıyı dinledi? Atatürk kitapları yazarı Yaşar Gürsoy araştırdı. Okuduğunuzda Atatürk’e bir kez daha hayran kalacaksınız!

Atatürk 19 Temmuz günü Florya Köşkü’nde denize girdi, halkıyla kucaklaştı, fotoğraflar çektirdi. (Kapaktaki fotoğraf 19 Temmuz 1936 günü çekilmiştir.)

Türkiye’nin göz kulağı Montrö Sözleşmesi’ne giden Türk heyetinden gelecek haberlere kilitlenmişti…

Atatürk ve arkadaşları Florya Köşkü’nde, sofradaydı. Konuklar arasında milletvekili General Pertev Demirhan, İstanbul Komutanı General Halis Bıyıktay, Cevat Abbas Güner ve tarih ve dilbilimciler vardı…

Saat 23 sularıydı; aynı saatlerde Montrö Sözleşmesi imzalanıyordu.
Cevat Abbas Güner’in yanına bir garson yaklaştı ve kendisine, “İki oğlunuz geldiler, sizi görmek istiyorlar efendim” dedi.

Cevat Abbas Bey tam kalkacak olduğunda Atatürk kendisine, “Nereye gidiyorsun? Otur!"dedi. Cevat Abbas Bey’in yanıtı, “Köşk’ün giriş yerinde, biri beni görmek istiyormuş, müsaade buyurursanız görüp hemen gelirim Atatürk''üm” oldu.

Cevat abbas Bey izni aldı, gidip oğullarını gördü tekrar sofraya döndüğünde arkadaşlarıyla sohbeti kesen Atatürk kendisine, “Dışarıda kiminle görüştünüz?” diye sordu.

Atatürk bir zamanlar, Cevat Abbas Bey’in büyük oğluna “Anafarta” adını koymuştu.

- Oğlum Anafarta ile görüştüm Atatürk''üm...

- Evet giriş koridorunda gördüm. Ad verdiğim çocuğun ne halde ve ne kabiliyette bulunduğunu ufak bir imtihanla anlamak isterdim?

Cevat Abbas Bey çok mutlu oldu.

- Çocuğun hayatında şerefli ve tarihi bir gece olur Atatürk’üm…

Lise son sınıf öğrencisi Anafarta ve kardeşi Mustafa Kemal beş dakika sonra Atatürk’ün huzurana geldi, selam verdiler.

Atatürk tebessümle, “Baba oğul karşı karşıya otursunlar ve birer bira içsinler!” diye konuştu.

Cevat abbas Bey ve büyük oğlu Anafarta ayağa kalktı, kadehlerini kaldırarak “Sağlığınıza Atatürk’üm” diyerek biralarını yudumladılar…

Atatürk:

“Şimdi küçük Mustafa Kemal tahta başına geçsin!” dedi.

Oğlundan çok Cevat Abbas Bey’in kendisi heyecanlandı. Mustafa Kemal’in alnında ter tanecikleri birikmişti.

Atatürk, "Ville kelimesini yaz bakayım Kemal," diye seslendi.

Mustafa Kemal’in kelimeyi doğru biçimde tahtaya yazdığını gören Atatürk,(Atatürk’ün her sofrasında mutlaka bir kara tahta olurdu) "Bu kelimenin Türkçe’de benzerlerini bulabilir misin Kemal", diye sordu.

Mustafa Kemal’e bir kez daha ter bastı, sofradaki dilbilimcilerden destek ararcasına gözlerinin içine baktı ve yanıtını kısa bir süre sonra yanıt verdi:

- Ville’e uyan Türkçe vilayet, vali kelimelerini hatırlayabildim, Atatürk’üm…

Atatürk güldü:

- Aferin, cevabın yerindedir! Fakat imtihan bitmedi. Sofraya otur, biranı iç bakalım. (O dönemde çocuklar ve hamile hanımlar için alkolsüz biralar mevcuttu)

Kısa bir süre sonra Atatürk Mustafa Kemal’e tekrar seslendi:

- Bu sofraya ilk defa geldin. Buradaki duygularını söyleyebilir misin?

- Sofranızda ilk defa oturabilmek bahtiyarlığının derin heyecanları içindeyim. Duyduklarımı arz edemeyeceğim için büyük affınızı rica ederim Atatürk’üm, yanıtını Verdi

Atatürk başını salladı, “Peki, öyleyse, senin hissiyatını ben sana not ettireyim, sonra kalk sen söyle!” dedi, ardından saatler 01.55’i gösterdiğinde notları yazdırmaya başladı

“Not: 1
Sizi ilk defa; hayatımın ilk akşamında dinlemekle bahtiyarım.
Burada geniş ruh istirahatı sahasına dahil oldum. Bunun izahını yapayım:
Burada, hayatımın ilk akşamında gördüğüm âlemde benim kafamı aydınlatır gibi konuşanlar; güneş altında kimlerin ve kimlerin kafalarını aydınlatamaz.

 

İşte bu buluş benim için bir mutluluk ölçüsü oldu.
Ben işittim karanlıkta onun aydınlatan sesini... Hakikaten onu anlamak lazımdır... İşte o; burada anlaşıldıktan sonra; onu herkes anladığını iddia ederse; bu iki anlayış arasında mutlak fark olduğunu iddia edecek benim; babam gibi.

 

Karanlıkta tanılan aydınlıkta bırakılmaz. İşte onun içindir ki Türk mil- leti onu bırakmaz.


Yalnız ilan ediyorum; ben, bugünkü Cumhuriyet çocuğu, onun bayrağıyım... Ben ve benim gibiler onun bayrağı, onun sancağıdırlar.”

Saatler ilerliyordu; Montrö’den haberler gelmişti…
Kapı açıldı, Atatürk’e; Ankara’da İnönü’ye, “Zafer senindir, gözlerinden öperim, yarın tayyare ile bekliyoruz,”
ve Montrö’de, Türk Heyetine başkanlık eden Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a, “Arkadaşlarla Denizevi’ndeyiz.” yazan telgraflar getirildi.

Telgraflar müsveddeleri Umumi Kâtiplik’e yola çıkarken Atatürk tekrar Mustafa Kemal’e seslenerek kara tahtanın başına geçmesini istedi ve beş soru yazdırdı:

1–Lozan tam mıdır?
2–Lozan’ın tamamiyetini inkâr edenler var mıydı? Neden ve kimlerdi?
3–Boğazlar’ın serbest bırakılmasında mahzur var mıydı? Varsa neden? Yoksa nedendi?
4–Montrö’nün Lozan’la alakası?
5–Boğazlar esasen açık mıydı?

Sorular aslında sofrada bulunanlar içindi...
Atatürk mutlu görünüyordu. İkinci notu yazması için Mustafa Kemal’e dönerek konuştu.

“Yaz bakalım!
Not: 2

İşte size söylüyorum. İşittiniz mi? Bugün bayram günüdür. Sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır.

Lozan tamdır ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat onu mustarip eden ufak bir şey, Boğazlar vardı... İşte o Montrö’de hallolunmuştur. Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alakadarsa mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.

Türk çocuklarının nasibi her muvaffakiyetli hamleden hep sevinç veren neticeler almaktır.
Türk çocukları yürüdünüz; yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığımız hamleler sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün...


Saadet, refah, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor.

Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!..

Gurur, azamet; sende zaten vardır. Bunu gösterme! Onu kendi yüksek enerjinin ocağına sakla!.. Lazım geldikçe büyük tevazunu göster. Fakat gene icap ettikçe göster ezici yumruğunu!

İşte bu vasıflarınla ispat edebilirsin ne olduğunu!..

Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan beklediğim huy; bu suretle belirmelidir.”

Saat üçü geçiyordu. Gece sabaha yürüyordu. Salonun büyük lambaları ağartıldı, Atatürk, gramofonda “Yanık Ömer” plağının çaldırılmasını emretti:

“Yanık Ömer, her savaştan bir yara taşıyor.
Yanık Ömer, yiğit Ömer övünmeden yaşıyor.
Kurtuluş savaşında yirmi sekiz yaşında,
Mangasının başında, taşıyor.
Yanık Ömer, yiğit Ömer siperleri aşıyor.

Savaş biter, Yanık Ömer köye döner;
Köylü bütün bayram eder…”

Sofradaki herkesin yüreğindeki şeref ikiye katlandı. Atatürk, üçüncü notunun tutulmasını istedi.

“Yaz Mustafa Kemal!

Not: 3

Şimdi kulaklarımızı ve ruhlarımızı okşayan bir nağme ile mü- tehassis olarak konuşmama müsaade buyurmanızı rica ederim.


Büyük insanlık varlığının ifadesine yarayacak kural, kültür dediğimiz kelimenin üzerinde dikkat, tetkik neticesinde alınabilmiş olan mefhumlarla manalaşır.


Bu arada bütün modern dillerde kullanılmakta olduğu içindir ki, bizde de Güzel Sanatlar denilen bir şey meydana konmuştur.

Bu kelimeyi Türkler zannediyorum pek haklı olarak:
1. Musiki,
2. Resim,
3. Heykeltıraş,
4. Edebiyat,
5. Mimari,
6. Raks, jimnastikten mürekkep saymışlardır.

Bu branş, insan cemiyetlerinin yüksek mahiyetini göstermede çok büyük önemi haizdir. Bu, yüksek kıymet, yüksek incelik), maharet, ince kabiliyet ve işte bunların hepsini yapabilmek sanatkârlığının birleşmiş ifadesidir.


Bu mesele üzerinde bizim de, çocuklarımızın da esaslı olarak durma- mız lazımdır.
 

Güzel sanatlarda muvaffakiyet; bütün inkılapların muvaffak olduğunun en kati delilidir. Bunda muvaffak olamayan milletlere ne yazıktır. On- lar, bütün muvaffakiyetlerine rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır.


İşte bunun içindir ki; biz elimize aldığımız büyük Türk milletinin mu vaffakiyetine çalışmakla memnunuz. Ne yazıktır ki; biz dahi bizzat bu işte geriyiz. Çocuklarımız, gençlerimiz babalarında gördükleri noksanları; dünyaya bakarak tamamlamaya çalışmaktadırlar. Çalışmalıdırlar!..”

Kısa bir soluklandı, “Not: 4!” dedi.

“Son işittiğimiz sözlerden şu manayı toplar gibi olduk: Meğer ki; kendi kendine insanım, cemiyetim, nihayet milletim diye gelmekte olan varlıkların ilim lügatlerindeki mana; bütün yüksek medeni kavimlerin lügatlerinde bile izah edilememiştir.
 

Biz bu hususta anladıklarımızı derhal bütün dünya kamuoyuna kolaylıkla anlatabileceğimizi zannetmiyoruz. Fakat bizim bu insanlık, medeniyet ve en nihayet bunların özümsenmesi sonucnda adam olduklarını zannedenlere, medeniyetin kıdemli sahibiyle onların zanlarının arasındaki farkı şimdiye kadar gösterememiş olmamız bizden evvelkilerin acı bir kusuru olduğu bu basit konuşmalarla anlaşıldı.

Bu sözlerle; Türkiye Cumhuriyeti’nin, bilhassa bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum:

Garp (Batı) senden, Türk’ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte, bu, böyley- di. Eğer bugün Garp nihayet teknikte bir tefevvuk (üstünlük) gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir neticesidir.
 

Şunu da söyleyeyim ki; çok zekisin! Malum. Fakat zekânı unut! Daima çalışkan ol!”

Evet! Atatürk şu sıralar Dünya barışını etkileyecek olan Montrö Sözleşmesi’nin imzalandığı gece bile uygurlaşmanın ne denli önemli olduğunun altını çiziyordu. Ve o notları sofrasında bulunan tarihçiler ve dilbilimcilere değil tertemiz yürekli bir Türk gencine yazdırıyordu. Atatürk’ün aslında o gece not ettirdikleri Türklüğün gelecek nesillerinin nasıl güçlü kalabileceğinin özüydü…

Kaynak:
Fotoğraf: isteataturk.com
Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10 Kasım 1941

 

 

İlgili Haberler