Atatürk ile Madam Hilda’nın ilişkisi

Çanakkale’de kan gövdeyi götürüyordu.

İngiliz destekli çıkarma gemileri gece gündüz top atışları yapıyor bir yandan da karaya çıkmaya çalışıyordu. Karşılarında Türk ordusu vardı.

Atatürk ve silah arkadaşları siperlerini kahramanca savunmuş Conkbayırı üzerinden gelen bir taarruzu canları pahasına önlemişti. Kanlısırt-Kırmızısırt hattındaki düşman ağır kayıplar vererek kıyıya çekildi. (Savunulan o bölgeye daha sonra Kemalyeri adı verilecekti.)

Düşman saldırı o günden sonra da sürdü. Mehmetçik vatanını cansiperane savunuyordu. Kimi Mehmetçik memleketlerinden gelen mektupları okuyamadan şehit düşüyor, kimi subay eşine çocuklarına kavuşamadan gerisinde efsaneler bırakıp toprağa düşüyordu…

Atatürk’ün aklına Sofya günleri düştü. Madam Hilda’ya mektup yazdı:

“Maydos, 13 Nisan 1915

Muhterem Hanımefendi,

İki buçuk aydan beridir ki Türkiye'deyim. Size iki defa yazdım. Birincisini İstanbul'dan, ikincisini Maydos'tan...
Şimdi Çanakkale Boğazı üzerinde Maydos'tayım. Her zaman Almanca dersinizi düşünüyorum.
Türk dostunuzdan pek çok selamlar.
Allahaısmarladık.
Mustafa Kemal”

Savaş tüm hızıyla sürüyordu. 1915 yılının 26 Nisan günüydü…

Atatürk’e o gün Sofya’dan bir mektup geldi. Gönderen kişi Güstaw Christianus’du. Mektubu mum ışığında okudu hafızasında biriktirdiği Sofya anıları gözünde canlandı, biraz olsun savaş stresini üzerinden atıp dinlenmeye çekildi…

Sabah uyandığında emir eri 3. Kolordu Komutanı Esat (Bülkat) Paşa’nın gönderdiği telgrafı kendisine getirdi:

“Başarınızı kutlarım. Raporlarınızı Başkomutanlık Vekâleti Yüksek Makamına arz ediyorum. Emrinize verilen 33.Alayla birlikte düşmanı denize dökünüz! Donanmamız, bizi ateşiyle destekleyecektir. Tanrı’nın yardımı bizimledir!”

6 Haziran 1915

Atatürk, Maydos (Eceabat) ’tan Güstaw Christianus’un 26 Nisan tarihli mektubuna yanıt verdi:

“ Bay Güstav Christianus,

Sizin 26 Nisan 1915 tarihli kıymetli dostane mektubunuzla birlikte Sayın Hildegard Christianus’un iyilik dolu mektubunu büyük memnuniyetle aldım. Dostane satırlarınızı müşterek etmenimiz olan ‘Allah İngiltere’yi cezalandırsın’ temennisiyle karşıladım. İngilizler sıkı surette mağlup edildiler. Sizin mektubunuzu aldığım dünkü gün de taburlarımın sevindirici zafer günü olmuştur. Bütün düşmanlarımızı yere serdiğimiz gün nazikâne davetinize uyacağım. Kalpten gelen selamlarımla.
Mütevazı dostunuz.

Mustafa Kemal
Albay ve Mıntıka Komutanı”

Vakit kaybetmeden bu kez Madam Hilda Christianus’a mektup yazdı:

“...Sizin bana verdiğiniz Almanca derslerini asla unutmadım. Sizi temin ederim ki top gürültüleri ve mermi yağmuru altındaki mühim muharebe günlerinde dahi hayatımın en güzel hatıraları, bu güzel ve dostane saatlerdi.

...Düşmanlarımızı yere serdikten ve sevgili vatanımızı rahata kavuşturduktan sonra hemen sizi ziyarete koşacağım”

Aynı günün aynı saatlerinde bu kez bir başka yazı kaleme aldı. Mektubun ulaşacağı yer İstanbul Nişantaşı’nda yaşayan Madam Corinne’eydi. Fransızca bir karttı gidecek olan ve şunlar yazılıydı:

“İşte Arıburnu’nda İngilizlerle savaştayım. Düşmanın esaslı kuvvetini ezdim, arka kalanı da cesur kuvvetlerim tarafından sahile, donanmaları ile himaye edilen bir noktaya sürüldü. Pek ziyade ümit ederim ki, düşmanın tam imhası haberini yakında alacaksınız!”

O mektuplar zihnini biraz olsun savaşın korkunç yüzünden sıyırıp almıştı…

Bir gün sonra

7 Haziran 1915

Kemalyeri’ne giderek 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa ile görüştü, tümeni için yeterli miktarda el bombası istedi. İngilizlerin gece, Bombasırtı’na taarruz edeceklerini tahmin ediyordu. Öyle de oldu, İngilizler gece saldırdı ama karşılarında Mehmetçik vardı; arkalarına bile bakmadan kaçarak kendi siperlerine koştular…(Aynı yere 11 Haziran 1915 günü de saldırdılar ama yine başarısız oldular)

34 yaşında vatanını seven, sağlıklı düşünen, idealist bir subaydı…

Kadına verdiği değer, sa­dece karşıt cinsi oluşu, libidosunu harekete geçiren bir meta de­ğildi. Kadınların öncülük edeceğine güveni tamdı. Kadın onun gö­zünde sadece eş ya da bir ana değil, bir liderdi.

Ama o da her savaşan; cepheden cepheye koşan bir erkek gibi kadına hasret günler yaşamıştı. Ona göre aslolan, kadının toplumdaki varlığıydı, erkeklerce bir obje olarak kullanılmama­sıydı. Bu nedenle Batılı kadınlarla iyi diyalog kurmaya çalışı­yor, onların görgülerini gözlemliyordu. Sofya’da ateşemiliter olarak görev yaptığı yıllar, bu gözlemleri için biçilmiş kaftandı.

Kaldığı Splendid Palace Oteli’nden ayrılıp ev özlemini gidere­cek bir pansiyona geçerek doğru bir karar verdi­ğine inanıyordu. Kaldığı pansiyonun sahibi Alman asıllı Madam Hilda Christianus’du. Evliydi. Kocası Gustav, 7 yaşındaki kızı, yaşlı anne ve babasıyla birlikte yaşıyordu. Evli ol­masına rağmen genç Osmanlı subayına kısa sürede abayı yaktı.

Yakışıklılığı kısa sürede dilden dile, kulaktan kulağa yayılan Atatürk sık sık evinde sazlı sözlü sohbetler düzenleyen Parisli Madam Dourzi’ye uğrayıp sıkıntılarını bir nebze olsun gidermeye çalışıyordu…

Madam Hilda, genç subaya kocası Gustav’a rağmen ilgi gös­teriyordu. Sofya sosyetesinde birçok kadının Mustafa Kemal’in çevresinde dolaştığını yakinen biliyor, kıskançlığının önüne ge­çemiyordu. Karşısındakinin Ataşemiliter ve gelecek vadeden bir insan; kendisinin ise nihayet bir pansiyoncu olması, Madam Hilda’yı za­man zaman derin düşüncelere sürüklüyordu…

6 Aralık 1960

Hilda Christianus Leverkusen’de hayata veda etti. Yaşamının son gününe kadar kızı hemşire Annaliese Bauer’e Atatürk’ten bahsetti, sevdiği ada­mın kendisine İstanbul ve Maydos’tan yaz­dığı mektuplardan bazılarını okumuştu.

Tarih: 1961

Hemşire Annaliese Bauer 60 yaşındaydı. Aachen'deki Sen Jozef Hastahanesi’nde görev yapıyordu…

Edip Erenler adında bir Türk genci, Almanya'da geçirdiği bir trafik kazası yüzünden o hastanede tedavi görüyordu.

Bakımını yapacak olan hemşire Annaliese Bauer’di. İlk karşılaşmalarında gözlerinin içi güldü.

- Siz Türk müsünüz?

- Evet.

Annaliese Hemşire o yanıtla çok ilgilendi, emin olmak için:

“Siz, Atatürk'ü tanır mısınız?” diye sordu. Türk gencinin yanıtı net ve kararlı oldu:

- İnsan Türk olur da Atatürk'ü tanımaz mı? Bakınız, dolaptaki ceketimin yakasında Atatürk'ün rozeti var.

Annaliese Hemşire, dolaba ilerledi, rozeti gördü, şaşkınlığı yüzünün ifadesinde belirdi:

- Hayır, dedi; bu Atatürk değil.

- Yapmayın, siz Atatürk'ü benden daha iyi mi tanıyacaksınız?

Annaliese Hemşire sesinin tonunu az yükseltti:

- Elbette; ben sizden çok daha iyi tanırım Mustafa Kemal'i.

- Nasıl oluyor da siz, Atatürk'ü benden daha iyi tanıyabiliyorsunuz?

Annaliese anlatmaya başladı:

- Çok küçüktüm. 7-8 yaşlarında kadar. O sırada ailemle birlikte Sofya'da bulunuyorduk. Mustafa Kemal'de orada İkinci Ordu Kumandanı olarak vazife görüyordu.
1914 yılında idik. Mustafa Kemal evimizde pansiyonerdi. O'nu sık sık odamıza ve soframıza davet ederdik. Büyükbabam da, büyükannem de, annem de Mustafa Kemal'den çok memnun kalmışlardı. Hele annemle Mustafa Kemal birbirlerini çok iyi anlamışlardı. Annemin adı Christianus'tur.
Mustafa Kemal daima benim saçlarımı okşar: "Cicim, yavrum" diye severdi. Birkaç ay sonra ayrıldık. Sonra, Mustafa Kemal'le annem mektuplaştılar. O, anneme bir de resmini hediye etmişti.

Edip Erenler’in tedavisi 6 gün sürdü. Hemşireyle samimiyetleri gelişmişti. Taburcu olurken hemşireden, annesini görmek için bir buluşma sağlamayı başardı. Allenberg Bulvarı, 229 numaralı evi buldu. Görkemli bir apartman dairesi düşlemişti ama ulaştığı ev küçük, virane bir yerdi.

Kapıyı çaldı, kendini tanıttı, içeri buyur edildi. Küçük, loş, eski mobilya ile döşeli bir odaya alındı. Loş odanın bir köşesinde ağarmış saçları karmakarışık, buruşmuş yüzü kederli, Madam Hilda Christianus oturmakta, gözleri nemliydi. Sohbet başladı. Madam Hilda ağır aksak konuşarak anlatmaya başladı:

- Yavrum; Mustafa Kemal Almancayı benden öğrendi. Ve o kadar çabuk kavradı ki şaşarsınız.

"Elbette" diye yanıtladı Edip Erenler, "Mustafa Kemal çok zekidir."

‘Zeki’ kelimesi yaşlı kadının sesinin tonunun yükselmesine neden oldu. "Ne demek zeki," diye tepki gösterdi ve ardından sözüne devam etti.

“Yakışmaz O'na bu kelime. O, bir dâhiydi. Yeryüzü böyle bir insanı daha görmedi. Göreceğini de ummuyorum. Ne yazık ki dünyadan çabuk ayrıldı.”

Madam Hilda, bir an durakladı, hafızasını tazeledi, derin bir iç çekip sözlerini sürdürdü:

- Biz Onunla önce Fransızca anlaştık. Sonra O'na Almancayı öğrettim. Çok az konuşurdu. Babamla annem O'nu çok beğenmişlerdi. O'nu her gün söyleşi için davet ederlerdi. Ben evli idim. Bir kız çocuğum vardı. Sizin hastanede gördüğünüz hemşire...

Kocam da O'ndan çok memnundu. Villamızın bir odasını O'na vermiştik. Mustafa Kemal Sofya'ya geldiğinde Splandit Oteli'ne yerleşmişti. Kısa bir zaman sonra bize pansiyoner olarak geçti. Odası tek pencereli, basit mobilyalı küçük bir yerdi. Pencere önünde, duvar dibinde küçük bir çalışma masası vardı. Sessizliği çok severdi. Geceleri daima yazar, çalışırdı. Yüzü daima güleçti. Bizim tarafa misafir geldiği zaman evimiz neşelenir, mutluluk dolardı.

... İyi kalpli bir insandı; hiç kızmazdı. Daima düşünürdü. Gözlerini ışığa diker, uzun uzun dalardı. Bazen:

- Niçin dalgınsınız? diye sorardım.

- Nasıl dalgın olmayayım? Türkiye'deki gidişatı hiç beğenmiyorum. Onu kurtarmak lazım, diye karşılık verirdi. Bu konuyu konuştuğumuz gün Mustafa Kemal bana şunları söyledi:

"Türkiye'nin bu gidişi iyi değil. Türkiye'yi modern bir memleket yapmalı. Tıpkı Batı gibi. Bu memleketi baştan aşağı değiştirmeli. Allah nasip ederse günün birinde Türkiye'nin idaresinde rol sahibi olursam bilirim yapacağım yenilikleri...”

Sonra dönüp bana, “Siz Avrupalısınız. Türkiye'de ne yenilikler yapmak lazım, daha iyi bilirsiniz. Bu mevzuda bana fikirlerinizi söylemek ister misiniz?" diye sormuştu. Yanıtım şöyleydi:

“ Kadının hürriyeti çok mühim. Duyduğuma göre sizde kadınlar çarşaf ve peçe kullanırlarmış. Bu hiç iyi değil."

Bana şöyle yanıt vermişti:

“İyi değil Hilda. Peçeyi hemen kaldırmalı. Sonra, bir erkek birden fazla bir kadınla evlenmemeli. Erkekler Avrupalılar gibi şapka giymeli. Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahip olmalı, Avrupalılar gibi yaşamalı."

Yaşlı kadın Türk genciyle konuşmasına ara verdi. Bardağındaki suyun bir yudumunu içti, sözlerine devam etti:

"Biz ailece Viyana'ya yerleşmek istiyorduk." Mustafa Kemal:

"Ben de, Allah nasip ederse sizinle gelir, Viyana'ya yerleşirim. Evlerimiz aynı sokakta olmalı. Ama evvela vatana karşı vazifemi bitirmem lazım. Bir vatandaşın vatana karşı vazifesi gerçi ölünceye kadar bitmez. Fakat şu kötü durumdan kurtulduktan sonra... Annemi çoktan beri görmedim. Onu da ziyaret etmem lazım. Gözleri yollarda beni bekliyor." dedi.
Babasından hemen hiç bahsetmezdi. Herhalde annesini daha çok severdi.

Çok zaman İsmail Bey adında şişman bir arkadaşıyla beraber gezerdi. Bir gün yine çalışma odasındayken iki asker geldi. Haber verdik, dışarı çıktı. Askerler kendisini hemen büyük bir ciddiyetle selamladılar. Türkçe olarak kısa bir konuşma geçti aralarında ve hemen uzaklaştılar. Kendisine "nedir?" diye sordum. Haber getirdiklerini bildirdi. Ne haber getirdiklerini ısrarla sorduğum halde söylemedi. Kendisine çok gücenmiştim.
"Bu vatan sırrıdır; anneme dahi söyleyemem" demişti.

Madam Hilda, sehpanın üzerindeki dosyasına uzandı ve içinden iki fotoğraf çıkardı. Birisinin arkasında şunlar yazılıydı:

"Hakikatlı ve pek nazik Madam Hildaya
10 Kanunusani 1330" (23.01.1914)”

Atatürk 1915 yılının Ocak ayında Sofya’dan ayrılıp vatanına ve hatta savaş içindeki vatanının siperlerine; Çanakkale’ye gidecekti.. Sofya’dan ayrıldıktan sonra Madam Hilda’ya şu mektubu yazmıştı:

“ İstanbul, 27 Ocak 1915

Aziz Hanımefendi,

Sizden ayrıldığım için çok keder duymaktayım. Meşgalelerim size hemen yazmama mani oldu. Ve sanıyorum ki size yazmak fırsatını uzun zaman bulamayacağım. Şimdilik size bir adres vermem mümkün değil. Fakat sonradan size yazacağım.
Beni unutmayınız. Her zaman sizi düşünüyorum. Anneniz Hanımefendiye, babanız Beyefendiye ve kız kardeşinize hürmet dolu selamlarımı sunarım.
Mustafa Kemal”

Atatürk, Sofya’dan vatanına dönerken Madam Hilda ve ailesine birer halı yaptırmıştı. Madam Hilda’nın halısı kırmızı renkteydi. Bir de elle işlenmiş resim çerçevesi hediye etti. (O hediyeler 2’nci Dünya Savaşı’nda Avusturya askerlerince yok edildi)

Atatürk istasyonda uğurlarken Madam Hilda’nın gözlerinin içine bakarak şunları söylemişti:

- Von Herz zu Herz geht ein Weg (Kalpten kalbe yol vardır)

Not: Atatürk tarafından Madam Hilda (Hildegard) Christianus'a yazılan bu mektuplar ilk kez "Tarihin Sesi" dergisinin 1/2 sayısında yayınlanmıştır. Dergi, Niyazi Ahmet Banoğlu tarafından 1962 yılında yayınlanmış, bazı engeller yüzünden yayınına devam edilememiştir. Dergide bu mektupların fotokopileri ve Madam Hilda'nın gençlik resmi de yayınlanmıştır.

Bu mektupları ilk kez adı geçen dergide basın alanına sunan Sait Arif Terzioğlu, Edip Erenler adında bir gencin yaptığı röportajla birlikte mektupların fotokopilerini kendisine yolladığını, kendisinin de bu yayına aracılık ettiğini belirtmiştir. Derginin yayınına devam edilmediği için de bu yazılar yarıda kalmıştır.
Terzioğlu, bu yarı kalmış yazıları, Ak Kitabevi tarafından 1964 yılında yayınlanan "İnsancıl Atatürk" adlı yapıtına aldı (sayfa 112-125). Fakat yapıttaki bu yazıda Edip Erenler hiç söz konusu edilmemiştir.

Edip Erenler'in saptadığı ve Sait Arif Terzioğlu'nun sunduğu bu mektuplar ve bu mektuplarla ilgili olarak Madam Hilda'nın anlattıkları bir kez daha kanıtlamıştır ki Milli Kahramanımız, Türkiye'de uyguladığı devrimleri gençliğinden beri tasarlamış, yolundaki engelleri aşarak adım adım o hedefe, o mutlu amaca ulaşmıştır.

Son yıllarını en kötü geçim koşullarının ağırlığı altında ezilerek ve yoksullukların en ağırına katlanarak yaşamını sürdürmeye çalışmış olan Hilda, Atatürk'ün ruhunu incitmemek için Hitler'in açık çekini elinin tersiyle itmiştir. Kısa sürmüş bir tanışıklığın anısına bağlılıktan kaynaklanan bu jest, göz yaşartıcı bir vefa örneğidir.

Kaynak:
Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları
Yaşar Gürsoy, Allah Kadını Yarattı Devrimi Kadınlar Yapar
Süleyman Yeşilyurt, Ata’nın Hayatındaki On Dokuz Kadın

Yazarın Diğer Yazıları