Yüzyıllardır Türk''e kefen biçmeye karar vermiş canavarların dişlerini söktüğümüzü bütün dünya biliyor. Aklını kiraya vermemiş, vicdanını satılığa çıkarmamış olan herkesin bunu bildiği açıktır. Ne yazık ki, her zaman olduğu gibi, istisnalar, hainlikler olmuştur ve olacaktır. Ama mesele bu değildir.
Peki mesele nedir? Atatürk''ün manevi dünyasıyla ilgili olur-olmaz yorumlar, kin ve öfkelerdir. Samimi dindar, milliyetçi, hakkaniyetli, doğrudan yana, çok hassas davranan, bir kısmını yakînen tanıdığımız üç-beş kişiyi hariç tutarsak; hakaret ve düşmanlık edenler, hakikata ters bakan, gerçeklere saygısız, gözü kararmış, özellikle Türkten hoşlanmayan kimselerdir. Maskelerinin altında Türk''e karşı bir yüz, daha doğrusu yüzsüzlük vardır. Türkle meselesi olanlar, daha kolay yoluyla Atatürk''e karşıtlıklarını ya açıkça belli etmekte, yahut onu dinsiz-imansız göstererek, Türk-İslâm bütünleşmesinin dışında tutmaya çalışmaktadırlar. İş bu kadar değil. Başka taraflar da var. Hümanistler, insanı Allah yerine koydukları için, Türk hümanistler, buna uygun olarak Atatürk''ü ilahlaştırmış, putlaştırmışlardır. Bunlara göre: "Kendi varlığının tâbi olduğu kanunlar gene kendi tarafından konmuştur"; "Elini her kadehe uzatışı, tanrılar tanrısı Zeus''un altın kupalar içinde Kevser şarabı dağıtışını andırırdı"; "Zaman ve mekân ölçüsünün dışına taşardı"; "Her biri bir mistik tarikatın ayininden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız coşma mertebesine ermiş olarak çıkardık"; "O bir ölüm peygamberi değil, bir hayat ve beka müjdecisidir. Cenneti ahirette değil, bu dünyada vaadetmiştir." (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 101-111). Artık Çankaya kâbe yerindedir, v.s. Diyeceksiniz ki peki hoca, bu kadarı Atatürk''e karşı çıkmak için yetmez mi? Neden? Atatürk''ün bunda ne sorumluluğu var? Bir gün yanındakilere Atatürk sorar: Gelecek nesiller beni nasıl anacaklar, bilin bakalım, der. Hepsi, şöyle büyük insan, böyle kahraman gibi daha da abartılı şeyler söylerler. Atatürk, hayır, bilemediniz, şöyle diyeceklerdir: İyi niyetle, ülkesi için çok çalışıp birşeyler yaptı, eğer yanındaki dalkavuklar olmasaydı, daha güzel şeyler yapacaktı.
Atatürk''e yöneltmiş günah galerisi bu kadar da değildir. Marksistlerin bir kısmı onu doğru anlamış, doğru değerlendirmiştir ama, kendilerinden olmadığını da belirtmişlerdir. Bir kısmı ise, ya ona cephe almış, yahut dinsizliğini iddia ederek övmüş, onu manevi dünyanın dışında tutmuşlardır. Materyalist, pozitivist göstermeye çalışmışlardır. Din adına hareket edenlerin bir kısmının ise düşünce ve tavırları bellidir.
Kimi din adına, kimi ideoloji adına, kimi gizlenmiş Türk düşmanlığı altında ona karşı olmuşlardır. Sorun buradadır ve kampların taarruzu sürmektedir. Şükür ki gerçek, hepsini ezip geçmekte, yaralar alsa da milletin geleceği, bunları umursamaz görünmektedir. Yeter ki, Türk Milletine layık, onun asaletine uygun yönetici, aydın, fikir ve ilim adamı mevcut olsun.
Hamasî duygulara, ideolojik vurgulara kapılmadan meseleye bakalım. Bakışımız, niyetimiz ve amacımız önemlidir. Bir nesneye bakarken bile ne kadar felsefe üretmişizdir. Bir harekete, bir olaya bakarken, ona parça parça baksak bile, bütün halinde değerlendirmeliyiz. Sonunda bütünü olumlu olan bir hareket, olumsuzlukların toplamı olamaz. Süreçte, olumsuzlar ve iyi olmayan safhalar bulunabilir. Fakat bunlar toplam içinde bir yerlerde kalırlar. Bunları bütüne yaymak, yahut bütünü onlarla açıklamak, bütünü olumsuz göstermek, akıl ve vicdanla bağdaşmaz. Atatürk''e böyle bakılmış, iki Atatürk''ten sözedilmiştir. Ona bütün olarak bakılmalıdır.
Bu sözlerimizden, Atatürk ve arkadaşlarının, zaman zaman yanlışlıkları, uygunsuzlukları, çelişkileri olmuş olduğu anlaşılıyor. Evet öyledir. Bitkiler ve hayvanlar hata yapmazlar, insanlar hata yaparlar. Yaratılış kanunları böyledir. Tarih de bize bu maceranın çok örneğini verir. Ama bu gibi meseleler tarihin arka odasında değil, ön odasında müzakere edilmelidir. Arka odalar, depodur, arşivdir. Depoda kalıp, ışıksız evrak aramak, gün ışığında olana benzemez. Karanlıkta iş görmemeliyiz. Gibb der ki: "Tarih, geçmiş olaylardan şimdiki olaylar için anlam çıkarmak konusunda, tarihçiye tuzak hazırlar. eylem adamına da tuzak hazırlar. Bunlar yüzeysel değerlendirmelerle tatmin olurlar." (Hamilton Gibb, İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, 339).
Atatürk''ün bütün tutkusu, çok sevdiği milletini, düştüğü çukurdan çekip çıkarmakla kalmayıp, onu dünyaya şâmil büyük bir medeniyete sahip kılmak için çalışmaktır. Bu tutkunun içerisine din meselesini de dahil etmiştir. Atatürk ve arkadaşlarının ilk hatası burada saklıdır. Üzerinde durmadılar ki din, gerçek bir tevhîd dini de olsa, bu dünyaya medeniyet üretmek için gelmemiştir. Din olsun olmasın, medeniyetleri zeka ve akıl gibi insanın özellik ve kabiliyetleri inşa eder. İnsanlık, putperest veya sapmış dinli nice medeniyetler gördü. Merak ve ihtiyaç üzerine kurulan bir ilimle medeniyetler üretilmiştir. Dinin medeneyitle hiç ilişkisi yok mudur? Olmaz olur mu. Evrensel bir din veya insanî bir felsefe, Sorokin''in tabiriyle bir üst sistem, kurulmuş medeniyeti, değerlendirmek, ona anlam vermek, kötü kullanımını engellemek, gücü yetiyorsa ayıklayıcı davranmak gibi rol ve görev sahibidir. Menfaati ve menfaat üstünü, iyi-kötüyü, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı algılamakta, ayarlamakta rol ve görev sahibidir. Din medeniyet üretmez ama, medeniyete karşı da çıkmaz, çıkmamalıdır. Eğer din iyi ve doğru anlaşılmamışsa, ilke ve hedeflerinden saptırılmışsa, karşı çıkış arızası zuhur edebilir ve etmiştir. Anlaşılamamış veya çıkarcılığa alet edilmiş bir din, medeniyet unsurlarını engelleyebilmiştir. Esasen Atatürk ve birçok aydın, içine düştüğümüz duruma bu noktadan bakıyorlardı ve haklıydılar. Peki hata dediğimiz nedir? Dine bakış tarzıyla medeniyete bakış tarzını örtüştürmeleridir. Aslında bu idealist davranış, onları herşeyden dini sorumlu tutmaya itti. Kimi din anlayışındaki bozukluğu, kimi bizatihi dini sorumlu tuttu. Bu algı, onları bazan tepkiye götürdü veya uç noktalara taşıdı. Öbür taraftan Atatürk, dini, toplumun ve kültürün vazgeçilmez bir unsuru sayacaktı. Aşağıda göreceğimiz gibi, Atatürk bu hataya saplanıp kalmayacak, çelişkiyi aşacaktır. Din ve medeniyet meselesi uzun bir konudur, bunu pratik birkaç misalle anlatmaya çalışalım. Fransızların "Yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemelidir" dedikleri gibi, televizyon veya akıllı telefon için, yahut yol, köprü ve üniversiteler için yaşamamalı, daha iyi yaşamak için bunlar olmalıdır, demeliyiz. Biliyoruz, medeniyet teknik ve teknolojiden ibaret değildir ama, medeniyeti karakterlendiren de budur. Din ile, insanî bir felsefe ile, yani bir üst sistemle medeniyetin ilgisini kurarken, medeniyet özgürlüktür, demokrasidir, adalettir, insan haklarıdır, estetiktir v.s. diyoruz. Bir din bu ilgiyi kuramıyorsa, ya gerçek din değildir, yahut iyi anlaşılamamış, dahası kötü kafalara kalmıştır.
Müslümanları ve özellikle din adamlarını sorumlu tutan Atatürk''ü, bir taraftan Batının albenisi ve parlamaya başlaması, bir taraftan okuduğu kitaplar, gençliğinden itibaren zaman zaman bunalıma götürmüştür. Pozitivist ve din hakkında şüpheci dönemleri böyle anlıyoruz. Fakat her seferinde Hakikata teslimiyetin galip geldiğini görüyoruz. İslâm dininin, Türk kültürü içindeki yerinden hiç sarf-ı nazar etmemiştir. Hakikatla bağını koparmamıştır. "İslâm dini, akla, mantığa, tabiata, hakikata uygun olduğu gibi, toplum menfaatine de uygun olup, medenidir. Onun içindir ki, son dindir. Eğer öyle olmasaydı, ilahi kanunlar arasında tezat olması gerekirdi. Çünkü bütün yaratılış kanunlarını yapan Allahtır" derken bunu, Hakikatla bağını kastediyordu. (Bkz. İ. Ilgaz, Atatürk, Din ve Laiklik, 16-154; Atatürk''ün Söylev ve Demeçleri II, 93-145). Dinin de, toplumun da, tabiatın da aynı ilahi kanunlara tâbi olduğunu bu kadar güzel ifade eden bir filozofa çok az rastlarsınız, 1930''da "Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur" demiştir. Benzer birçok ifadesiyle, kendisinin de zaman zaman düştüğü şu çelişkiyi aşmış, çelişkiye mağlup olmamıştır. Nedir o çelişki: Dini, son tahlilde fertle (kul ile) Allah arasında bırakmak, öbür taraftan onsuz toplumu düşünmemek, hatta dini, medeniyetten bile sorumlu tutmak. Burada dikkatten kaçan bir nokta bulunmaktadır: Kul ile Allah arasında olan din değil, imandır. Dinde zorlama yoktur (Bakara-256) da bu anlamdadır.
İslam imanda veya inanmamakta zorlamayı kabul etmez. Zaten hiç kimsenin buna gücü yetmez. İnanmaya veya inanmamaya değil, sahtekârlığa, takiyyeye zorlayabilirsiniz. Din, toplumsal bir meseledir. İman dinin temelidir ama, iman topluma dal, yaprak, çiçek, meyve olarak açılmışsa, yani tohum olarak kalmamışsa, din olur. "Allah ile kul arasında" noktasını ileri götürürsek, dinin toplumla ve kültürle ilgisi yoktur veya ilgisi kesilmelidir anlamına ulaşmış olabiliriz. İşte Atatürk bu noktadaki çelişkiyi aşmıştır. Sorumlu tutulan din anlayışı, din istismarı, yobazlık olarak kalmıştır. Temel çelişkiye mağlup olmamıştır. Nasıl? Bakalım: "Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Taat ve ibadetle beraber din ve dünya için neler yapılmak lazımgeldiğini düşünmek, yani meşveret (istişare, danışma) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni, başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir. Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri, halkın ruhanî, ahlakî gıdalarına en yüce, en feyizli kaynaklardır. Halkın anlayacağı dille ruh ve dımağa hitap olunmakla müslümanın vücudu canlanır, dimağı saflaşır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." (Bkz. Kâzım Öztürk, Atatürk''ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, II, 745-746; Enver Ziya Karal, Atatürk''ün Söylev ve Demeçleri II.''den 68). Hz. Peygamber zamanından sonra, cami ve mescitlerin görevini, yerli yerine oturtan tek yönetici, Mustafa Kemal''dir. Emevî, Abbasi, Selçuklu Osmanlı gibi saltanat dönemlerinin hiç birinde bu yaklaşım yoktur. Ancak, gün yüzüne çıkamayıp, dolayısıyla etkili olamamış ferdî birkaç görüş olabilir.
Atatürk çelişkilere mağlup olmayışının gereklerini de yaptı. Diyanet İşleri Teşkilatını kurdu. Tefsir yazdırdı, camilerde hadis okuttu. Devlet, ferdî zorlamadıkça, inançta tarafsız kaldıkça, bunların laikliğe zararı olmayacak, diye düşündü.
Atatürk''ün de kapıldığı tarihi yanılgılardan biri de şuydu: Halifelik. Halifeliği, belki müşterek bir bilince uyarak, belki iyi kullanılırsa olabilir zannederek, dinî ve kutsal bir makam olarak gördü. Oysa İslâm''da halifelik diye dinî ve kutsal bir makam yoktur. Cumhuriyet kurucularına, yok halifelik kalktı, kalkmadı, kalkmamalıydı, meclise bu görev verilmeli gibi gereksiz tartışma yaşatmış, zaman kaybı olmuştu. Bizce Atatürk işin aslını biliyordu ve bazı sözleri de bunu gösterir, fakat efkâr-ı umumiyeye saygısız davranmak istemiyor, ikna etmek istiyordu.
Halef olan, yani mevcut yöneticinin ardından gelen, onun yerine geçen, sonuç itibariyle o toplumun başkanıdır. Bunda neden kutsallık olsun. Bu iş Hz. Peygamber''den sürdürülüp getiriliyorsa, Peygamber''in vefatından sonra, "peygamberlik" bitmiştir. Geriye, onun getirdiği ilkelere, yani inanç hurriyetine, insanlık kurallarına, adalete uygun olarak yönetim kalmıştır. Eğer halifelik, bütün dünya müslümanlarının, tek yerden ve tek kişiyle yönetilmesi biçimi ise, hem gerçeğe, hem gerçeklere yer veren İslâmiyete aykırıdır. Ne kadar dindar ve âdil olursa olsun, ben neden bir Faslı''ya, bir Mısırlı''ya, bir Endonezyalı''ya tâbi olayım? Onlar bana neden tâbi olsun. Bunca dil, kültür ve tarihi tecrübe farklılıklarına rağmen? Yine İslami ilkeleri hatırlamak gerekecektir: "Rabbin dileseydi, bütün insanlar inanırdı" (Yunus-99). "Rabbin dileseydi, hepinizi tek bir ümmet yapardı" (Maide-48). Yine tanışıp bilişmemiz için (teârefû) farklılıklarını yaratılış kanunu olduğu söylenmiyor mu? (Hucurat-13). Biz, kendi milletimizle İslâmiyeti yaşamaya muktedir değil miyiz ki, başka bir milletin liderliği altına girelim. Yahut da tersi olsun. Eğer biz, olması lâzımgelenden uzaklaşmışsak, başkası bunu nasıl çözecek? Zor kullanarak mı? Şunları da hatırlamak gerekir: Hz. Peygamber sağa-sola, Bizans''a, İran''a, İslama davet için mektuplar gönderdi. Eğer, o günün bu büyük devletleri, davete icabet etseler ve müslüman olmaya başlasalardı, oraların yönetimini Medine''ye mi bağlayacaktı? Ya da oraları yönetmek üzere bir müslüman Arap mı gönderecekti? Yoksa sadece "muallim"mi gönderecekti? Eğer halifelik müşterek ve sembolik bir makamsa ve müslüman milletler gerçekten bağımsız iseler, aralarında böyle bir teşkilat kurmalarında bir sakınca yoktur.
Atatürk ne istemişti, ne yaptı? Özetle:
- Milli bir devlet kurmak, ona, unutturulmuş Türk adını vermek.
- Türk aydınlanması.
- Batıyı örnek alarak medenileşmek. Bunun için devrimler ve kısmî de olsa kültür devrimi.
- Din istismarından kurtulmak için laiklik, olabilirse İslâmiyeti millîleştirmek.
Sırayla bakalım. Yeni devleti kurdu ama, devletin temel yapısını değiştirmedi. Şeyhü''l-İslâmlık yerine, çağa uygunlaştırılmış Diyanet Teşkilatı, bunun delillerinden biridir. Türk Devleti, millileşerek, kendi adını tekrar kazanmış olarak, modernleşerek devam etti. Türk aydınlanması gerekliydi. Fakat çevresindekilerin ve sonradan gelenlerin bazıları, bunu yer yer saptırmaya kalktılar. Başlıbaşına geniş bir konudur. Geniş bilgi edinmek isteyenler, Yümni Sezen, Hümanizm ve Türkiye (İlk adı, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri) kitabına bakabilirler.
Kültür devrimi demek belki uygun değildir. Bir arınma, anlaşılabilirlik demek daha doğru olabilir. Çünkü kökten değişime açık devrim değildir. Meselâ, dilin işgalden kurtarılıp sadeleştirilmesi ve kendi kimliğine kavuşması, okuma-yazmayı kolaylaştırmak maksadıyla harf değişimi v.b. Devrim dediklerimizin bir kısmı, toplum katmanlarının tamamının içine sinmedi. Tartışmalar yaşandı. Bunlar müzakere edilebilir, ama haince ve toptan inkârla olmamalıdır. Kültürün temel unsurlarından olan müzik konusunda bir aksama oldu. "Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin musikisi, Batı medeniyetinin musikisidir." (Utkan Kocatürk, Atatürk''ün Fikir ve Düşünceleri, 150; Müjgân Cumbur, Atatürk ve Milli Kültür, 91) denilerek, Türk Kültürü ile bir küskünlüğe girildi.
Duyguyla, yani hayatla ve bunun yerleştiği millî kültürle ilgili bir mesele olan Türk musikisine isabetli bakılmadı. Bir kısmının (saray musikisinin) Bizans, Arap, Acem, eski Yunan gibi yabancı kaynaklı, en azından bunların etkisi olduğu, basit ve geçici heyecan verici olduğu iddia edilerek Batı medeniyetinin üslûbuna döndürülmesi, halk musikisinin de yine aynı maksatla mutlaka çok sesli yapılması istendi. Bereket ki Atatürk, hatalarını anlıyor, dönüş yapıyordu. Bunda da dönüş yapıldı. Fakat kurumsallaşma geçikti. Türk Musikisi Konservutuarları, Türk Musikisinin eğitim sistemine dahil edilmesi, gibi.
İslâm dininin millileştirilmesine gelince, bunda da hatadan dönüldü. Evrensel bir dinin millileştirilmesinin, yani sadece o millete has kılınmasının olamıyacağı, ancak sentezinden söz edilebileceği anlaşıldı, vazgeçildi. Sadece Türkçe ezan kaldı ki bu da Türk Milletine zarar vermemiştir. Siyasi istismarlar hariç.
Türkiye Cumhuriyeti sürecinde, bir müddet sonra ve bugün devam eden birçok iftira, samimiyetsiz değerlendirmeler oldu. Ayrıntılara ve hele iftiralara giremiyeceğiz. Fakat vurgu yapılan şu hususlara bakacağız:
- Arab''ın Dinî tabiri.
- Beyni sulanmış hafızalar.
- İlhamımıza gökten geldiği sanılan dogmalardan almayız.
"Arab''ın Dinî" derken, bir bozulmuşluğu kastetmiş, İslâmı, Arabın dinî ve kültürü haline getirdiler diye itham etmiş olamaz mı? Bugün bizler de buna yakın şeyler söylüyoruz. Emevîden başlayarak İslâmı, araplaştırma projesi gibi kullandılar. Ya kavimleri İslamlaştırırken araplaştırdılar, yahut arap kültürünü o kültürün içine soktular. Bunda alıcının rolü de büyüktür. İslama giren yeni kültürler, arapça bilmedikleri halde, ezbere dayalı bir sistemle İslamı öğrenmeye çalıştılar. Gerçekte iyi anlamadıkları dinden, farkında olmadan zamanla uzaklaştılar. Yahut ikinci, üçüncü dinler meydana çıktı. Şimdi, gelinen noktada siz buna, hiç de öyle olmadığı halde "arabın dinî" demez misiniz? Beyni sulanmış hafızlar deyişi, İslamın şekilciliğine saplanıp kalmaya duyulan öfkenin sonucu bir sözdür. Söz uygunsuzdur, nazik değildir ama, doğruyu arayanın bir öfkesidir. Yoksa yanından ayırmadığı ve çok sevdiği, onlara sık sık danıştığı iki hafızı, Hafız Kemal ile Hafız Saadettin Kaynak''ı nereye koyacak, nasıl izah edeceğiz?
Biz ilhamımızı, gökten geldiği sanılan doğrulardan değil, gaipten değil, hayattan alıyoruz, demiştir. Bu söz, kim söylerse söylesin, inançsızlığı yahut geçici bir hezeyanı ifade eden bir sözdür. Hassasiyetimiz, "dinin olması şart mı, olmasa da olur, hatta olmazsa daha iyi olur, neyin tartışmasını yapıyorsunuz" diyenlere karşı bir hassasiyet değildir. Burada onlara sözümüz yokdur. Başka yerde vardır. Bu kadarı da olmasaydı, diyen ve inanan insanlarla müzakere etmek istediğimiz herhalde anlaşılıyordur. Dinden sözedenlerin heyecan içinde bazan ne söylediklerini bilmedikleri gibi, ilimden, hayattan, tabiattan, akıldan bahsedenlerin de bazan derin heyecan duyduklarını biliriz. Bu heyecandan hezeyanlar da taşabilir. Yahu hoca! Savunulamayacak şeyi savunmak için, binbir dereden su getiriyorsun, diyeceğinizi biliyorum. Ama resmin bütününe baktığımız zaman vicdanımız başka bir yol arıyor. Hepimiz yarın öbür tarafta hesap vereceğiz. Suçluyu suçsuz, suçsuzu suçlu göstermek gibi bir keyfiliğe sahip değiliz. Ya bu söz esas, diğerleri yalan ve aldatmacadır, ya öbürleri doğru bu ifadenin hoş görülü bir izahı vardır. Evinde bazı gecelerde Kur''an okutturan, yanında sürekli hafız bulunduran, nikâhını, Göztepe''de İzmir Kadısı zata kıydırmakta ısrar eden, Hz. Peygamber''e hayranlığını sık sık dile getiren, dinin öneminden, caminin öneminden bahseden, dinin öğrenileceği esas yerin okullar olduğunu söyleyen, dinsiz toplumun yıkılacağından, daha benzerlerinden bir kitaplık laf eden, üç kız öğrenci hıristiyan oldu diye Bursa''da bir koleji kapattıran, bütün müslümanlar Hz. Peygamber''in yolunu takip etmelidir diye Pakistan''a telgraf çeken, "tarihi yapan, akıl, mantık, muhakeme değil, belki bunlardan ziyade hissiyattır" diyen, bu hissiyatın kalbinde oturan da dindir diyen, "Kanunun esasisi, cümlemizin malumudur ki, Kur''an-ı Azimişşândaki husustur" diyen, komünizmin bize ve dinimize uymadığını ifade ederken, hayat ve toplum şartlarımızla ve dinî esaslarımızla uymadığını söyleyen, İslâmiyetin en yüce kaide ve kanunlarından bahseden, ki bunların hepsinin belgesi mevcuttur, bir insanın, hangi hissiyat altında söylemiş olduğu bir söze bakıp, onu dinsizlikle itham etmek hakkımız olabilir mi? İnsanlığın, şanlı peygamberi bize şunu öğretmedi mi: "Kalbini yarıp hakkın mı?", "İnanıp-inanmadığı, bir kimsenin yüzde doksandokuz da aleyhinde görünse, yüzde bir lehinde bir görüntü varsa, o kimseye kâfir demeyin, sonra hüküm size döner." Bunu gözardı mı edeceğiz? İstiklal savaşında batı cephesinden iki kişiye çektiği şifre telgraf şöyledir: "Garp cephesindeki ordularımız, tevfikat-ı Sübhâniyeye (Allah''ın yardımına) istinaden (dayanarak) ağustosun yirmialtıncı cumartesi günü, düşmana taarruza başlayacaktır. Rauf ve Adnan Bey''lere yazılmıştır. Başkumandan Mustafa Kemal." Şifreli ve sadece iki kişiye yazılmış bir telgrafta Allahın yardımını dilemek? Peyami Safa 1959''da bunun için şöyle yazmıştır: "... bir propaganda hedefi olmaksızın, iki kişiye şifreli gönderilmiş, samimi bir inancı belirtiyordu." Düşmanlık güdenlerin, asker Mustafa Kemal''i değil, sivil Atatürk''ü hedef aldıklarını biliyoruz. Ama bizce iki Mustafa Kemal yoktur. O, askerken de bunalım geçirmiş olduğu anlar vardı, sivilken de. Onun istismarcı olduğuna inanmıyorum. Bana göre o politikacı bile değildi. İnançsız bir sahtekârın, değil büyük bir savaşı, bir mahalle kavgasını bile kazanması mümkün olmaz.
İlhamımızı gökten, dogmalardan almayız derken niyet ve amaç dini reddetmek miydi? Açıklaması zor bir durum. Başka hiçbir sözünü, icraatını bilmediğimiz birinin bunu söylemesi, dine karşı olduğuna işaret edebilir. Ama Atatürk için böyle değildir. Atatürk, çarpıtılmış din anlayışına, şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin saltanatına, her şeyi dine, yukarılara, insan-toplum-tabiat dışına bağlamaya karşıydı. Bugün bir kitap yazan, bu, Allah tarafından yazdırıldı, diyor. Bazı şeyhler kendilerini Allah yerine koyup tasarrufta bulunmaya kalkar, gayb aleminden sırlar nakleder. Oysa Kur''an sürekli tabiattan deliller verir, aklımızı kullanmamızı ister. Demiri, makası, terzi iğnesini cennetten gelirken getirdiğimize inanan ilahiyat profesörleri var. Eski medeniyet unsurlarını uzaydan gelenler yaptı diyen aydınlar(?) var. Atatürk, akılcılığa, tecrübeye, ilme, hayata bu kadar sığınmışsa, neden kınıyoruz. Sözün altından kalkamıyoruz ama, acaba? diyoruz.
Tekrar edelim ki Atatürk de diğer insanlar gibi hatasız değildir. Bunalım ve çelişkilere düşmüştür. Bunları aşmasını da bilmiştir. Bazı hatalarından büyük ölçüde dönmüştür. Kusurlarını itiraf ettiği de malûmdur. Ruşen Eşref ünaydın''a "biz maneviyatı ihmal ettik, bazı şeyleri yapmaya mecburduk ama ..." dediği, Ruşen Eşref''in yönettiği gazeteye aksetmiştir.
Türk aydınının ve yöneticisinin yapacağı şey, aksayan yönleri, eksik kalan yerleri, tamir etmek, tamamlamak, düzeltmek, daha yeni ve daha iyi işler yapmaktır. Olanı inkâr, düşmanlık, toptan red, hakaret, vebal altına girme, müslümanın ve Türk Milletini sevenlerin işi olamaz. Maksadımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Yahut bağı kökünden sökmek mi, onu geliştirmek mi?
Minnet duyacak yerde, kin ve düşmanlığa, hakarete başvurmak müslümanın işi değildir.
Saygılarımla