Mareşal’in, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratamadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum:
- Sizi düşünüyorum Mareşalim... Sizi ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını.
Mareşal, yaşaran gözlerime babacan bir gülümseyişle bakıyor:
-İzmirli... Hislerine kapılma. O Zafer benim, şunun, bunun değil bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık... Zira bu milletin uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşayamayacağı muhakkaktı. Bizler, İstiklalimize yapılan taarruzun def’ini olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.”
Sonra ciddileşerek ilave ediyor:
-Fakat ne dersiniz. O sırada siz İzmir’de bizi beklerken, biz Anadolu’da sade düşmanlarımızla değil aynı zamanda en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silahları kadar tehlikeli olan- dalaletleriyle de mücadele ediyorduk. Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir’e nasıl girdiğimizi anlatmak için 9 Eylüle takaddüm eden(öncesine gelen) günlerin olaylarını da hatırlatmam zaruridir. Zira İzmir’in istiklal kavgamızda bir bakımdan başka vilayetlerimizinkine hiç benzemeyen bir hususiyeti vardır. Faraza, şahsen bana sorarsanız, ben bu hususiyeti hülasa edebilmek için derim ki: Bizim İstiklal Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir
Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz hedefi İzmir olacak bir kat’i ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisi’ni pasif diplomatları dikildi.
Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.
O sıra Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlara taraftardılar. Bu sayede biz Fransızlardan bir miktar silah almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunun, her bakımdan yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.
Zaten böyle olmasaydı bile, hakkımızı düşmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkanı yoktu. Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette onun tarafından idame mahkum edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.
Böyle düşünmekte Mustafa Kemal’le tamamen mutabık olduğumuz için ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkan-ı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun planlarına hazırlamaya koyulmuştum.
O sırada bir gün, Ankara’da hükümet konağının üst katında fevkalade bir toplantı yapıldı.
Toplanan Vekiller Heyetine Rauf Bey riyaset (başkanlık) ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğince şiddetlendi. Kimisi taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi ’Ne diye boşu boşuna kan dökelim’diyor, kimisi ise ‘Efendim yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat maalesef yok’ diyordu...